7 Haziran 2011 Salı

BİLİM

 


I. BİLİM
Bilim Nedir? 1.1. Bilim Nedir?
Üzerinde herkesin birleşebileceği ortak bir tanım yapabilmek oldukça güç olmakla birlikte, bilim; kontrollü ve gözlem ve gözlem sonuçlarını, mantıksal düşünce yoluyla olguları, olayları açıklama niteliği olan hipotezler bulma ve bunları doğrulama yöntemidir.
Arapça bir sözcük olan ilim yerine bugün bilim sözcüğünü kullanmaktayız. Bilim, bilinen ve bilinmeyen fakat bilinmesi gereken ve bilinebilecek olan tüm evreni kapsamaktadır. Nitekim bugün, kavram ve kapsamı hakkında hiç birşey bilmediğimiz fakat yarın karşımıza çıkabilecek olan herşey bilimin kapsamı içindedir. Bilim temel olarak ikiye ayrılmaktadır:
i. Bilmektir: Eşya ve olaylar arasında varolan ilişkiler sistematiğine ilişkin bilinmesi gereken şeylerin hepsine bilim denir. Buna göre Alim (bilim adamı) cahil olmayan kimse demektir. Bu anlamda matematik, ahlak, dilbilgisi, ekoloji (çevre bilimi), astronomi, iktisat hepsi de bilimdir. Bunlardan birini veya birkaçını bilene alim yada bilim adamı denir. İngilizce’de Knowledge, Fransızca’da Connaissance bu anlamda bilimin karşılığıdır.
ii. Doğrudan duyumlar ve deney yoluyla elde edilen bilgiler bilimin ikinci anlamını oluşturmaktadır: Bu yönüyle bilim, doğrudan deney yoluyla elde edilemeyen bütün bilgilerin karşısındadır. Metafizik (mutlak varlıkla ilgili olayların bilgisi), ahlâk (iyinin ve kötünün bilgisi), irfan (kişisel ve içsel deneyimlerin bilgisi), mantık ve metodoloji bilimin dışındadır. Bilimin bu anlamı dikkate alındığı zaman Fransızca ve İngilizce’deki karşılığı “science” dir.
İlk anlamı ile ele alındığı zaman bilim insanlığın ilk ortaya çıkışıyla başlar. İkinci anlamda kullanımı ise Rönesans dönemindeki gelişmeler ile ortaya çıkmıştır. Bu konu tarihsel süreç içerisinde bilimsel düşünce tarzı başlığı altında ayrıca işlenecektir.
Einstein’ın bilim tanımı: Her türlü düzenden yoksun duyu verileri ile düzenli düşünceler arasında uygunluk sağlama çabasıdır.
Russel’in bilim tanımı: Gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır.
1.1.1. Bilimin Temel Özellikleri
Mantıksal Tutarlılık: Bilim ulaştığı sonuçların çelişkisinden uzak kendi içinde tutarlı olmasını ister.
Olgusal olma: Bilimsel önermelerin tümü ya doğrudan ya da dolayısıyla gözlenebilir olayları ve olguları dile getirir. Bilimde hiçbir hipotez ya da teori, gözlem ya da deney sonuçlarına dayanılarak kanıtlanmadıkça doğru kabul edilmez. Bilim kendiliğinden doğru sayılan ya da tanım gereğince doğru olan önermelerle ilgilenmez.
Objektiflik: Araştırılan konunun, araştırmacının inançları ve değer yargılarından bağımsız olarak ele alınmasıdır. Araştırmacı tarafsız bir bakış açısına sahip olup, olması gerekeni değil, olanı bulmaya çalışmalıdır.
Eleştiri: Bilimin en temel özelliği eleştiriye açık olmasıdır. Bilimsel yöntem her türlü dogmatizme karşıdır. Yanlışlanabilirlik, bilimsel yöntemin –pozitif bilim metodunun parçadan bütüne, sebeplerden sonuçlara gitme metodundan farklı olarak- gerçeğe ulaşmada kullanılan en sağlıklı kriterdir.
Genelleyicidir: Bilim tek tek olgularla değil, olgu türleri ile ilgilenir. Bu nedenle sınıflandırma bilimsel araştırmada ilk adımı oluşturur. Bilim açısından tek bir olgunun kendi başına fazla anlamı yoktur.
Seçicilik: Bilimsel nitelik taşıyan gözlem ve deneyler ancak, belli bir hipotezin ışığında belli olguları açıklamaya yöneldiğinde anlam kazanır.
Bilimsel incelemeye konu olan gerçek dünya gelişi-güzel değil, olguların düzenli ilişkiler içinde yer aldığı, tutarlı ve anlamlı bir dünyadır. Bilim, gözlem konusu olan bütün olguların zaman ve uzay içinde yer aldığını kabul eder.
Bilim, varolan herşeyin “ölçülebilir” olduğu ilkesine bağlıdır. Bilimsel bir alanda ölçme tekniğinde sağlanan başarı o bilim dalının gelişme düzeyini saptamada önemli bir ölçüdür.
Bilim hep varolacaktır. Zira insanlığın geleceği ile bilim birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdır. Uygar insan varlığının devamı evrensel moral ilkeleriyle yönlendirilen bilime dayanmaktadır. İnsanoğlu hayatına bilimin egemen olmadığı devirlerde, tabiatta gerçekleşen olaylar karşısında çaresiz kalmış, mikrop ve hastalıklardan kırılmış ve batıl inançlar sorunların çözümünü engellemiş, yaşadığı bunalımlar karşısında ise dehşete kapılmıştır. İnsanoğlunun gerçeğin bilgisine ulaşmak, hayatı kolaylaştırmak, kendisinin ve evrenin sırlarını çözmek sahip olduğu bilgi birikiminin aktarılacağı en büyük araç olan okul ise uzun yüzyıllar boyunca bilginin geniş kitlelere yaygınlaşması için kullanılamamıştır. Daha sonraki dönemlerde insanlar bilimi oluşturmuş, bu sayede batıl inançlarından kurtulmuştur. İnsanlar bilim sayesinde yaşadıkları çevrenin (tabii, sosyal, kültürel, ekonomik vb.) anlamını idrak etmiş, daha güvenli olarak geleceğini belirleme yoluna girmiştir.
Bilim yaygın olan kanaatin tersine yalnızca belirli özelliği olan bir bilgi çeşidi değildir. Günümüzün dünyasında bilim, aynı zamanda toplumsal iktisadi, siyasal, kültürel ve ideolojik örgütlenmenin merkezini oluşturan, metafizik değerlerle yüklü bir bakış açısının da adıdır. Bilim günlük hayatın bütün süreçlerine nüfuz etmiş bir dünya görüşüdür. Bununla birlikte, bilim bu dünya görüşünün, bakış açısının yeniden üretiminin de en temel araçlarından birisidir.
Bilim, çağdaş dünyayı çevreleyen en gözde bilgilenme yolu ve modern insanın en fazla güvendiği silahıdır. Bu nedenle birbiriyle hiç alakası olmayan durumlarda insanlar düşüncelerini, görüşlerini yada yaklaşımlarını ifade ederken, onlara güvenirlilik sağlama kaygısıyla “bilimsel olarak söylemek gerekirse......” şeklinde sözlerine başlarlar. Her ne kadar üzerinde tartışılsa bile “mutlak doğru bilimdir” önermesi insanlar tarafından genel kabul gören bir yaklaşım tarzıdır.
Bilim hayatımızın merkezine öylesine yerleşmiştir ki bilimin farkına varsak ta varmasak ta, bilimsel gerçekliği kabul etsek de etmesek de bilginin dışında kalmak, onu yaşamdan soyutlamak mümkün değildir. Bilim makro ve mikro alemden, sosyal hayattaki olaylardan, çevreden, eğitimden, tarihten, vb. herşeyden bahseder. Modern hayat tarzının kabul ettiği alanlardan birisi seçilip sonuna “logy” eklendiğinde de yeni bir bilgi dalı ortaya çıkar; Antropoloji, psikoloji, meteoroloji, teoloji, epistomoloji, vb.
Medeniyetler bazı temel soyut kavramlar üzerinde yükselmektedirler. Medeniyetleri birbirinden ayıran özellikler de bu soyut kavramlardır. Bilim ve felsefenin önemi işte burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü soyut kavramları anlamlı bir şekilde sistemleştirerek bilgi haline getiren bilim ve felsefedir.
1.1.2. Bilimsel Düşünce Tarzı
“Bilimsel bilgi doğrulanmış bilgidir. Bilimsel kanunlar bir kısım titiz yöntemlerle gözlem ve deneyle elde edilen deney olgularından çıkarılır. Bilim görebildiğimiz, işitebildiğimiz, dokunabildiğimiz, şeyler üzerine bina edilir. Bilim de şahsi fikirlerin veya tercihlerin ve spekülatif tasavvurların yeri yoktur. Bilim nesneldir. Bilimsel bilgi nesnel olarak doğrulandığı için güvenilir bilgidir.”
Yukarıdaki türden önermeler, modern zamanların bilimsel bilgiden ne anladığının popüler bir görüşünün özetlenmiş halidir. Fakat buradaki eksiklik duyu organlarının ulaşamadığı, yalnızca aklın sınırları zorlanarak bulunabilecek türden bilgilerin ihmal edilmiş olmasıdır.
Hangi amaca yönelik olursa olsun herhangi bir sorunu çözümlemenin yolu üç temel unsura bağlı kalmaktan geçer. Bunlardan birincisi “şekil” yani “form”dur. Fakat şekilden kastedilen şey sadece somut değildir; soyut da olabilir. İkinci olarak, o işin belirli bir “muhteva”ya sahip bulunması gerektiğidir. Yapılacak işin içeriği hakkında belirli bir kanaat oluşmamışsa, yapılacak iş bir çok eksikliklere yol açacaktır ve amaca ulaşılamayacaktır. Üçüncü olarak, hedeflenen amaca ulaşmada “metod” yada “usule” ihtiyaç olacaktır. Metod olmadan birinci ve ikinci unsurlar ne kadar mükemmel olursa olsun amaca ulaşılamayacaktır.
Yıllardır büyüme ve kalkınma çabası içinde olan ülkemizde, özlenen muasır devletler seviyesine ulaşılamaması ve üzerine çıkılamamasının arkasında bu üç unsurun dikkate alınıp alınmadığının üstünde durulması gerekir. İlk iki unsura dikkat edildiği zaman toplumumuzda yeterlilik hatta fazlalık olduğunu, diğer ülkelerden önde olduğumuz bile söylenebilir. Öyleyse sorun üçüncü unsurda yani metod (içerik) konusunda eksikliklere bağlıdır. Batılı ülkelerin içerik konusunda eksiklikleri olmasına rağmen bugünkü düzeylerine ulaşamamalarındaki tek unsur “metod”larının sağlamlığından geçmektedir. Bu metod ise tartışmasız bilim metodu yani bilimsel düşünce tarzının kullanılmış olmasıdır. İlk paragraftaki belirtilen popüler bilimsel düşünce ve yaklaşım tarzı bu ülkelerin kısa sürede gelişmelerini sağlamış, fakat bunun yanında akılla ulaşılabilecek bilgileri ihmal etmelerinden dolayı belirli bir toplumsal maliyete katlanmak zorunda kalmışlardır. Günümüzde ise bu sosyal maliyetlerin yeniden ortaya çıkmaması doğrultusunda bu ülkeler akılla ulaşılabilecek bilgilere de önem vermeye başlamışlardır. Toplumumuzun kalkınabilmesinin yolu, problem çözümünde düşünce tarzının yani metodun yeterince bilinmesi ve uygulanabilmesine bağlıdır.
1.1.3. Tarihsel Süreç İçerisinde Bilimsel Düşünce Tarzı
Yalnızca bilmek, anlamındaki düşünce tarzı insanlığın tarihiyle eş zamanlıdır. Özellikle insanların tabiattaki bazı olayları anlayamamaları, açıklayamamaları ve onları yönlendirememeleri nedeniyle genellikle metafizik düşünce tarzına yönelmişlerdir. Bu düşünce tarzı Ortaçağ Avrupa’sında en katı şekliyle kullanılmış, bilimsel düşünce tarzını kullanarak olayları açıklama gayesinde olan insanlar ise cezalandırılmıştır.
Bilimsel düşüncenin doğrudan duyulara dayanan deney yolu olduğu ve bu tarz bir düşünce ile gerçek bilgiye ulaşılabileceği görüşü ise özellikle Rönesans döneminde gelişmeye başlamıştır. Ortaçağ skolastiğine duyulan aşırı tepki nedeniyle aklın bilgisinin inkar edilmesi yalnızca deneysel bilgiye itibar edilmesi olağan bir davranış tarzıdır.
Modern anlamda bilimsel düşünce tarzının ne olması gerektiğini izah etmeye çalışan ilk düşünürlerden birisi Francis Bacon (1561-1626)’dur.* Onyedinci yüzyılın başlarında, bilimin temel amacının insanın yeryüzündeki kaderini düzeltmek olduğunu ileri süren Bacon, bu amaca olgular ile organize edilmiş gözlemlerin toplanarak ve onlardan teoriler üretilerek ulaşılabileceğini söylüyordu. O günden bugüne kadar Bacon’un teorisi bazı köklü değişikliklere uğratılarak günümüze kadar ulaşmıştır.
Özellikle 19. yy.’da her şeyin deneysel yolla elde edilebileceği, deney dışı bilimin olmayacağı görüşü egemen olmuştur. Çünkü dünyada basit bir mekanik işleyiş söz konusuydu ve bilim dünyada varolan herşeyi bulup ortaya çıkaracaktı. Bu görüşe göre; Newton hareket kanunlarını bütün zamanlar için keşfetmişti. Öyle ki, Laplace, “siz dünyadaki zerreciklerin hareketini belirleyin, ben bütün insanlığın geleceğini kesin olarak haber vereyim” diyordu. Bu düşünceye göre, bilimsel gerçeklik ile “hakikat” eş anlamlı olarak kullanılıyordu.
Deney yoluyla elde edilebilen bilginin ise bazı özellikler taşıması gerekmektedir. Bunlar aşağıdaki şekilde izah edilebilir.
- Bilimsel yöntem, gözlem ve deneye dayanmaktadır. Bu deneyi herkes yapabilmelidir. Deney, özel kişilere ve özel hallere indirgenemez. Bu anlamda sadece nesnel olaylar deney konusu yapılabilir. Metafizik kavramlar, varlığına sadece inanılan ama deney konusu yapılamayan kavramlardır.
- Deneysel araştırmalar, üzerinde çalışılan olayla ilgili bir arka planın (backround) gerektirir. Kimse rastgele deneye başvurmaz. Karşılaştığı ve çözmeye çalıştığı bir konuyu deney konusu yapabilir ve ondan sonuçlar çıkarabilir. Bu anlamda, Pastör’ün genel çekim kanununu bulması, Newton’unda biyolojik deneyler yapması beklenemez. Dolayısıyla bilim adamları yeni hipotezler ortaya atıp teorilere ve kanunlara ulaşmak çabası içerisinde araştırdıkları konuda önceden ortaya konulmuş bilimsel gerçekleri kullanmaktadır.
-Teorisi olmayan hiç bir olgu bilimsel anlamda yorumlanamaz. Bilimsel kabul edilen yorumlar sürekli olarak bilimsel teoriler sayesinde gerçekleşebilmektedir . Bilimsel teorilerin yasal niteliği kazanabilmeleri için denenebilmeleri gerekmektedir. Teori ise, nesnel gerçekliğin düşünce olarak insan bilincine yansımış halidir.
Bu anlayış tarzına özellikle 20.yy.’da birçok bilim felsefesi alanında çalışmalar yapan araştırmacılar tarafından itirazlar gelmiştir. Çünkü birçok gerçeklik vardır ki, yeniden tekrarı mümkün değildir. Yine nice gerçeklik vardır ki, insan yaşamını bütün yönleri ile etkilediği halde deneysel olarak izahı yapılamaz. İnsan ruhunu inceleyen psikoloji, bilinçaltı, ruhun görülememesi, deneysel yolla izah edilemediği için bilim dışı mı kabul edilecektir. Bilim dışı kabul edilmiş ise gerçeklikleri söz konusu değildir denilebilir mi? İşte deneysel bilgi yoluyla ulaşılamasa kabul edilmese bile gerçekliklerinden söz edilebilecek birçok şey, aklın kategorileri kullanılarak izah edilmiş ve bilimsel anlamda kabul edilmiştir. Fakat bu yaklaşım yüzyılımızda, deneysel bilgi dışında gerçekliğin olmadığını kabul eden pozitivizme yöneltilen yoğun eleştiriler sonucu kabul edilir hale getirilmiştir.
- Bütün bilimsel yasa yada teoriler genellikle üç özelliğe sahip bulunmaktadır;
Birincisi, bilimsel teoriler bazı varsayımlar çerçevesinde kabul edilebilir. Her şartta ve her durumda mutlak doğru veya mutlak sonuçları göstermezler.
İkincisi, her teori dayanıklı yada sürekli bir sistemi açıklamaktadır. Yani tek olan spontane olaylarla ilgilenmez.
Üçüncüsü, evrende hali hazırda bilinen teori yada yasaların evrendeki bütün olayları açıklaması söz konusu değildir. Çünkü birçok olgu henüz bilinme aşamasına gelmemiş ve önceki bilgilerden hareketle yapılacak çalışmalarla açıklanabilecek durumdadır. Bu nedenle bilimsel teori ve yasalar evrendeki bazı olguların gerçekleşmesinin imkan dışı olduğunu söyleyebilirlerse de, olaylar gerçekte bilinmeyen teori yada yasalara uygundur.
Deneysel bilginin sınırları dikkate alınarak söylenebilecek olan söz şudur. Deneysel bilgi bilimin yalnızca bir bölümüdür. Deneysel bilgi ile bilinmesi gerekli bütün gerçeklikleri izah etmek mümkün değildir. Bütünüyle ele alındığı zaman, bilim evrendeki bütün olayları açıklayabilecek özelliklere sahiptir.
Bilimsel düşüncenin gelişimi insanlık tarihi kadar eskidir. Bilimsel düşüncenin olgunlaşması, kabullenilmesi, metod olarak bilimin merkezine oturması ise yakın geçmişimizde olmuştur.
Bilimsel düşünce, tarihsel süreç içerisinde genellikle bütüncül bir yaklaşımla ele alınmamış, bireysel çabaların ötesine geçememiştir. Bireysel çabalarla elde edilen bilgiler ise belirli bir sistematikten uzak olup, kendisini tamamlayan diğer bilgi disiplinlerinden kopuk olduğu için modern bilim halini alamamıştır.
Bilimin ve bilimsel düşüncenin gelişimi, araştırma geleneklerinin evrimi aracılığıyla gelişmektedir. Bu gelenekler ise, karşılıklı etkileşim içerisinde tabiatı ifade ederek araştırmayı yönlendiriyor. Araştırma gelenekleri gelişmelerini üç ana yoldan yürümektedir;
-Varsayımları değiştirerek,
-Yeni kuramlar ortaya koyarak,
-Başka geleneklerle birleşerek.
Bilim Adamları ise; gelenekler içinde ve bazen de onların dışında, bilgiyi işliyor, onu daha kusursuz ve daha güvenilir hale getiriyor. Bununla birlikte, kendilerinden önce gelen bilim adamlarından daha kapsamlı, daha ileri ve daha açık kuramlar teklif ederek bilimi yeniden üretiyorlar. Bilimin ulaştığı sonuçların geçici oluşu, onları her zaman tekrar gözden geçirilebilir, yeni sonuçlara ulaştırılabilir hale getiriyor. Bilimin bu özelliği ile birlikte bilinmesi gerekenin sınırsızlığı bilimin sınırsızlığını da beraberinde getiriyor.
Bilimsel düşüncenin gelişim süreci içerisinde Ortaçağın inanca dayalı bilim anlayışından sonra teori olgu bağlamında ilk ortaya çıkan felsefi akım pozitivizmdir. Descartes’in tümevarımcılığı, Bacon’un tümdengelimciliği, Newton tarafından biraraya getirilerek pozitivizm oluşturuldu. Positivizmde hareket noktası ise, bilimsel anlamda bilginin değer yargılarından bağımsız ve kişiden kişiye değişmeyen laboratuvar şartlarında tecrübe edilebilen karakterde yani objektif olmasıydı. Buna göre, insan zihni tabiatın mahiyetini ve eşyanın gerçek sebeplerini açıklayamaz. Zihnin bilimde hiçbir kurucu ve yapıcı rolü yoktur. Zihin tabiatın bir aynasıdır. Bu sebeple doğrudan doğruya deneye, insanın tecrübeye dayanmadan elde edeceği bilgiler zihne bağlı olduklarından nispi (izafi)’dir.
19. ve 20. yy.’da pozitivist felsefeye, düşünceye büyük bir inançla bağlanıldı. 20.yy.’lın başlarında “mantıkçı pozitivizm” akımı adı verilen Viyana Okulu, bilimsel düşüncenin bir birikimden meydana geldiğini savundu. Kuramların zaman içerisinde yanlışlanabilme özelliği nedeniyle bu düşünce büyük eleştirilere uğradı.
20.yy.’ın ilk yarısında pozitivist bilimsel düşünce tarzına eleştiriler getirilse bile, bu anlayışa en büyük darbeyi “bilimsel devrimlerin yapısı” adlı eseriyle Thomas Kuhn vurdu. Kuhn, bilimsel kuramların üretildiği toplumsal-düşünsel çevrenin tümünü kapsayacak şekilde “Paradigma” kavramını ortaya attı. Buna göre; kuram, yöntem ve ölçüt birbirinden ayrılmaz bir bütündü. Bu yüzden paradigma değiştiğinde, hem problemler, hem de çözüm yollarının ölçütleri değişmekteydi.
Pozitivizmin kuralcı yapısına en şiddetli karşı çıkan kişi ise anarşist bilgi kuramcısı Paul Feyerabend’dir. Feyerabend, “Bilim Kilisesi, Özgür bir Toplumda Bilim” adlı eserinde bilimsel gelişmeye açık olan insanların bir takım standartların ve kuralların ebedi savunucusu olamayacaklarını, bazı kurallarla kendilerini sınırlamış olan insanların, bilimsel gelişmelerin ürünlerinden mahrum olmağa kendilerini mahkum etmiş olduklarını söylemiştir. Feyerabend mistik bir atmosfer içindeymiş gibi görünen bilimin bu tarz bir anlayıştan kurtarılmasını ve daha insana has bir olgu haline getirilmesini savunmuştur. “Dolayısıyla serbest rekabet halinde düşünce kendi haline bırakılmalı bu ortamda bilim daha ileri boyutlara ulaştırılmalıdır. Denetimden uzak bir bilim ve bilim adamının gerçekten toplumsal değerler üretip üretmedikleri tartışmaya açıktır. Batı 17.yy.’dan beri bilimsel düşünce alanında bu tür bir gelişim çizgisi içerisinde iken, biz bilimsel düşünce alanında özgün bir düşünceye sahip değiliz. Bugüne değin bilimsel düşünce adına ciddi bir görüş ve üretimimizin olduğunu söylemek mümkün değildir. Sağlam bir bilimsel düşünce tarzının bulunmaması nedeniyle de bilimsel çalışmalarımızın olması gereken yerde bulunduğunu da söyleyemeyiz.”
Günümüze kadar modern bilimin ürünleriyle parça parça ilgilenilmiş, ya tümüyle pozitivist görüşlere bir iman derecesinde inanılmış yada pozitivist düşünceye tümüyle cephe alınmıştır. Son dönemlerde müslüman ülkelerin yeterli kalkınma düzeyine erişememelerinin arka planı sorgulanmaya başlanılmış, bu doğrultuda Turner, Guenon, Schuon, Lins, N.Attas, Hüseyin Nasr modern bilimi eleştirerek olması gereken hakkında ip uçları vermeye çalışmıştır. Nasr’a göre asıl sorgulanması gerekli olan “bilimsel metod” diye adlandırılan kavramın bugün kullanılıp kullanılmadığı değil, onun kurulmuş tek metod olup olmadığı ve İslam bilimlerinde tek bir metodolojinin bulunup bulunmadığıdır. Nasr tek bir metodun kullanılarak bilimsel gelişmenin sağlanamayacağını savunmaktadır. N.Attas; günümüz bilgisini aynen kabul ederek ve ona bazı yöntem ve ilkeleri ekleyerek ya da çıkararak elde edilen bilgilerin toplumlarımız için çözüm olacağının kabul edilemeyeceğini söylemektedir. Bu akımı savunanlar bilimsel düşüncenin üretimi için mutlaka geleneksel inanç bazında özgün bir arka plan oluşturmanın zorunlu olduğunu söylerler. Türkiye’de ise 1970’li yıllara kadar insanımızın, aydınımızın bilime yaklaşımı, onu sorgulamaktan uzak bir şekilde teslimiyetçi bir çerçevedeydi. 1980’li yıllarda ise liberal eğilimlerdeki artışla birlikte bilimsel düşünce ve bilim eleştirilmeye başlanılmış, bilginin ve bilimsel düşüncenin özgün yorumu yapılmaya başlanmıştır.
1.1.4. Kritik Düşünce Tarzı
Özgün, pragmatik bir bilimsel düşünce ve amaca yönlendirme ile elde edilmiş, özgün bilim, kalkınma çabası içerisindeki ülkeleri amaçlarına ulaştırabilecek niteliktedir.
Günümüz gelişmiş ülkelerinin bilimsel düşünce alanında geçirmiş oldukları evreler ve bugünkü anlayış tarzları hiçbir zaman yadsınamaz. Fakat bütün bunların yanında sorunlarımıza bütün yönleriyle yanıt verebilecek nitelikte bilimsel anlamda bir düşünce tarzının geliştirilmesi gerekmektedir. Bilim, hayatımızın hemen hemen bütün boyutlarını kapladığına göre; hayatımızın her alanında bu anlamda bir düşünce tarzının benimsenmesi ve uygulamaya konulması gerekecektir. Biz bu düşünce tarzına “kritik düşünce tarzı” adını veriyoruz. Kritik düşünce tarzında esas olan öncelikle bu düşünce tarzının gündelik hayatın bütün alanlarında, bütün aşamalarında kullanılmasıdır. Yalnızca bilim adamlarına, devlet adamlarına, yöneticilere atfetmek uygun olmayacaktır. Çünkü toplum bir bütündür ve kalkınma topyekün bu bütünün en küçük parçaları bile ihmal edilmeden birlikte gerçekleştirilecektir .
Kritik düşünce tarzında birinci adım; amaç ya da iradenin kesin olarak ortaya konulmasıdır. Amaç ya da irade belirlenmeden olayların akışına bırakılacak olan her iş hangi alanda ya da önemde olursa olsun başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Yaptığı işte amacını belirlememiş, kesin iradesini ortaya koymamış insanlar kendilerine, topluma ve topyekün insanlığa hiçbir artı değer kazandıramayacaktır. Hedefsiz üniversite hocası öğrenciye hiç bir şey veremeyecek, bilime hiç bir katkıda bulunamayacak, mezuniyet sonrası ne yapacağını düşünmeyen öğrenci de yalnızca okulunu bitirme kaygısında olup diploma sahibi olabilecek fakat üniversite mezunundan beklenilenin hiçbirini yerine getiremeyecektir. Politik yaşamda da politikacılar günübirlik kararlar verecekler, almış oldukları politik kararların gerçekleşme şansına kendileri de inanmadıklarından problemler sürekli sürüncemede kalacak, hiçbir zaman gerçekleşme imkanı da bulunamayacaktır. Günümüzde toplumun bütün kesimlerini ilgilendiren enflasyon, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, dış politikadaki olumsuz gelişmeler vb. sorunlar kesin iradenin ortaya konulmaması nedeniyle çözüme kavuşturulamamaktadır .
Herhangi bir işin gerçekleşme şansı, o işin belirli bir amaç doğrultusunda konu üzerinde ne kadar düşünüldüğü ile ilgilidir. Belirli bir amaca yönlendirilmemiş işlerde sürekli olarak sürprizler yaşanacak, yeni durumlara uyum için birçok değişiklikler yoluna gidilecek, dolayısıyla yeni yeni maliyetler ortaya çıkacak, sürekli değişimler sonucunda sürenin uzamasına neden olacaktır. Herhangi bir amaca yönelik olarak kitap okumayan insanlar malumat yığını haline gelecek ancak, bilginin sentezlenmesi ve pratik hayata uygulanmasını asla gerçekleştiremeyecekt ir. Bugün kalkınmalarını tamamlayamamış toplumlar, hedeflerini kesin olarak tayin edememiş toplumlar oldukları için, amaçlar doğrultusunda değil, olayların doğal akışına kendilerini bırakmış fatalist bir anlayışa sahiptirler, dolayısıyla zamanında düşünmeyen, adamsendeci toplumlardır.
Kritik düşünce tarzında kesin amacın ya da iradenin ortaya konulmasından sonra ikinci adım, amaca ya da iradeye ulaşmada alternatif yolların belirlenmesi de diyebileceğimiz politikaların oluşturulmasıdır.
Politika kelimesi eski Yunan kökenlidir. Kelime anlamı “bir işi gözetmek” demektir. Türkçe literatürde, genellikle, “siyaset” karşılığı olarak kullanılan politika, daha çok kamu yönetimi alanında yer almış ve “halka ait herhangi bir işi amaç gözeterek, belirli yol ve usule göre yürütme” anlamında kullanılmıştır. Politika kavramının sözlükte karşılığı ise “bugünkü ve gelecekteki alınan kararlara, iradelere yön verebilmek için bir çok alternatif arasından seçilen belirli bir yol veya davranış tarzı” ya da “genel amaçlar ve kabul edilebilir yöntemleri kapsayan uzun süreli genel plan” şeklinde tanımlanabilir.
Politikaların oluşturulabilmesi yani amaca yönelik alternatif yol yada davranış tarzlarının belirlenmesi kritik düşüncenin ilk adımı olan amacın yada kesin iradenin belirlenmesine bağlıdır. Günümüzde başarıyı engelleyen en büyük faktör, alternatif politikalar belirlense bile amaçların yada iradelerin açık olarak ortaya konulmaması nedeniyle politikalar arasında karmaşanın çıkması, amaçlara tahsisinin yapılamamasıdır.
Politikalar genel yada özel olabilir. Fakat önemli olan genel yada özel politikalar arasında bir uyumun bulunmasıdır. Örneğin; politikalar, işletme içinde örgütün her kademesinde yer alır ve temel şirket politikalarından bölüm politikalarına, uygulama alanlarına ve en küçük birimlere kadar sıralanabilir. Ayrıca politikalar fonksiyonel olabilir, yada belirli bir proje için seçilebilir. Sonuçta bu politikaların tamamı arasında belirli bir uyum bulunmak zorundadır. Politikalar belirli bir durum hakkında önceden düşünmeyi ve analiz yapmayı sağladığı için tekrarları önler ve bütünleştirilmiş bir yapı sunar.
Kritik düşüncede son safhayı ise; teknikler yada yöntem oluşturur. Teknik düşünce tarzı politikaların hayata geçirilmesi, uygulanması ile ilgili araçlardır.
Teknik yada yöntem en basit şekliyle “iş görme usulü” demektir. Muhtemel faaliyetlerin yapılış şeklini belirleyen planlardır. Teknik yada yöntemler, faaliyetler yerine getirilirken rehberlik ederler ve o faaliyetlerin yürütülmesinde içinden geçilecek safhaları ayrıntılı olarak açıklarlar. Bu özellikleri nedeniyle politikaya benzeyen yöntem, gerçekte politikaların uygulanışı ile ilgili olarak kullanılan araçlardır. Teknik yada yöntemlerin esası, bir amacın başarılması veya bir kararın alınabilmesi için gerekli işlemlerin yapılış sırasına göre açıklanmasına dayanır.
Amaca giden yolda kullanılan araçlar arasında çok iyi bir seçim yapmak gerekir. Kullanılacak teknikler, amacın en kısa zamanda, en düşük maliyetle gerçekleştirilmesini sağlayabilmelidir.
1.2. Bilim Ve Teknoloji
Teknoloji, yeni mal yada hizmet üretimi, daha etkin imalat süreçlerinin ve yönetim metodlarının bulunmasına yönelik uygulamalı teknikler bütününe denir. Teknoloji, yenilikler veya buluşlar şeklinde kendini gösterir. Bu nedenle teknoloji temel bilimlerin uygulamalı yönünü oluşturur. Bilimsel yöntemlerle elde edilmiş bilgiler teknolojiye dönüştürülerek, insanoğlu doğal çevresini belli ölçüde kontrol altına almayı sağlamıştır.
Bazı buluşların ortaya çıkması tesadüfen olduğu halde teknoloji esas olarak araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin sonucunda elde edilir. Bu yüzden temel bilimlerdeki gelişmeler teknoloji için ana kaynak durumundadır. Kuşkusuz temel bilimlerle ilgili, tüm bilgilerin uygulamada kullanılması gerekmez. Bunların ancak bir kısmından üretimde faydalanılabilir.
Bütün bunların yanında mevcut teknik bilgiler daha sonraki teknik buluşlar için kaynak rolü oynamaktadır. Günümüzdeki araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin temel amacı ise, gelişmiş ülkelerde kıt olan emek faktörü yerine sermaye faktörünü ikame edecek teknolojiler üretmeye yöneliktir. Sanayileşmiş ülkelerde üretilen teknolojilerin ana niteliğinin emek tasarrufu sağlayan (sermaye yoğun) teknolojiler olmasının temel nedeni budur.
1.2.1. Teknolojik Gelişme Ve Bilimsel Bilginin Teknolojik Gelişmeye Aktarılışı
Sosyo-ekonomik değişmenin temel nedenlerinden biri olana teknolojik gelişme, “yeni bir mal üretimi veya mevcut olanların daha ucuza ve kaliteli biçimde elde edilmesini sağlayan her türlü buluş, yenilik, yöntem ve süreçler bütünüdür.” Aynı zamanda iktisadi büyüme ve kalkınmanın etkin faktörü olan ve hızla gelişen teknoloji, toplumun sosyo-ekonomik yapısının da hızla değişmesine ve dönüşmesine neden olmaktadır. Bu nedenle, gerek gelişmiş ve gerekse gelişmekte olan ülkeler ekonomik verimliliklerini yükseltmek ve hızlı bir büyüme gerçekleştirmek için teknolojiye büyük önem vermek zorundadırlar.
Teknoloji, insanın sahip olduğu bilgilerin, hayatı kolaylaştırmak ve yaşam kalitesini yükseltmek, daha yüksek standartlarda yaşanılır kılmak için uygulamaya dökülmesidir. Teknolojiye, insanın sahip olduğu bilgilerin tümü gözüyle bakacak olursak, teknolojinin tarihi de insanlık tarihiyle eş zamanlıdır diyebiliriz. Teknoloji, insanın zihinsel ve fiziksel gayretinin bir sonucudur.
Teknoloji, ile bilgi üretiminin sınırlarını çizmek pek mümkün değildir. Yada bilgi üretimi hangi noktada teknolojiye dönüşüyor kesinlikle belirlemek zordur. Teknolojinin uygulanması ile teknolojiyi üreten kültürün ve bu değer sisteminin de çerçevesi oldukça önemlidir. Dolayısıyla teknoloji üretiminde yalnızca temel bilimlerin kullanıldığı varsayım geçersiz hale gelecektir. Teknoloji üretimi için gerekli olan temel bilimlerin gelişimi ve teknolojik nitelik kazanmaya yönelişi sosyo-kültürel alandaki bilgi ve referans çerçevesi içerisinde şekillenecektir. Metafizik kaynaktan beslenen olgun bir ahlak bilgisi ile donatılmış insanlar, temel bilimlerdeki gelişimi ve bilginin teknolojiye dönüşümünü hümanist değerler sistemi içerisinde şekillendirecektir. Dolayısıyla topyekün insanlığın mutluluğu hedefi doğrultusunda bilgi üretilecek ve teknolojinin ürünleri olarak insanlığın hizmetine sunulacaktır.
Kaynağa dayanmayan, pozitivist bilgi kuramını yeterli gören, diğer bilgi türlerini kabul etmeyen teknolojinin özünde, dostluk, merhamet fedâkarlık gibi metafizik boyut taşıyan davranışlara yer olmaz. Bu nedenledir ki dünyanın neresinde kan dökülüyor, insanlar acımasızca öldürülüyorsa, bunun arkasında mutlaka ileri teknoloji ürünü silahlar üretip bunu pazarlayan şirketlerin salt “kâr” sağlama ve çıkar elde etme dürtüsüyle hareket eden ilkel ve bencil maddeci amaçlarını kolaylıkla görmekteyiz.
Günümüzün dünyasında bilim ve teknoloji üretimindeki amaç; insanı evreni daha derinden anlamak, kavramak değil, sonsuz olduğu iddia edilen ihtiyaçları tatmin etmek adına, insanı sonu gelmeyen bir üretim ve tüketim kısırdöngüsünde çılgınca bir yarışa iterek denetim altına almaktır. Bugün, etrafımızı kuşatan binlerce endüstriyel ürünle işgal edilmiş bir yaşantı, hayatın ta kendisiymiş gibi sunulmakta ve bu ürünler olmaksızın yaşanılamayacakmış gibi takdim edilmektedir. Oysa, otuz-kırk yıl önce bu endüstriyel ürünlerin pek çoğu yoktu. Belki insanlar o dönemde günümüzün insanlarından daha da mutlu idiler. Çünkü bugünkü boyutta çevre ve gürültü kirliliği, siyasal kirlilik yoktu. İnsanların arasındaki ilişkiler daha sıcak, daha samimi idi. Fakat bütün bu olumsuz gelişmelerin sorumluluğunu bilgideki dolayısıyla Teknolojideki gelişmelere yüklemek doğru olmayacaktır. İnsanların ortak değerlerine saygılı bir toplum düzeni ve ekolojik değerlere saygılı bir çevre oluşturmak için, teknolojideki ilerlemelerle beraber diğer bilgi türlerinin de (sosyoloji, psikoloji, metafizik, ahlak vb.) geliştirilmesi ve güncelleştirilmesi, insan merkezine oturtulması, topyekün insan mutluluğu hedefi doğrultusunda teknolojinin de asli fonksiyonunu yerine getirmesi gerekmektedir.
İnsan yerini, yeryüzündeki fonksiyonunu bilmezse, sahip olduğu teknolojiyi, tutkularını tatmin edecek somutlaştırmalar yolunda kullanacaktır. Bir örnek vermek gerekirse eski Mısırlılar Nil nehrinin sularını tarımsal sulamada kullanmasını bilmişler, büyük zenginlikler elde etmişlerdir. İnşaat teknolojisindeki gelişmelerle birlikte yalnızca kendi tutkularını tatmin etmek amacıyla dev piramitler inşa etmişlerdir. Bütün toplumun yararlanabileceği, hanlar, imarethaneler, köprüler vb. alanlarda kullanmamışlardır. Aynı şekilde, ahlak ve metafizik bilgisini tümüyle reddeden, anlayış çerçevesinde 1990 öncesi S.S.C.B.’de kaynaklar ve teknolojik bilgi, silah ve uzay endüstrisinde kullanılmış, öte yandan insanların zorunlu ihtiyaçlarının bile tam olarak tatmini yoluna gidilmemiştir. Bu nedenle bakış açısı ve zihniyet, teknolojiden daha önemlidir. Teknolojiyi üreten eğitim ve araştırma politikasını dünya görüşü biçimlendirir. Yönlendirici, biçimlendirici unsur ise her zaman değer yargıları olmuştur.
Bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlar üzerinde mutluluğu sağlayamaması nedeniyle, bilim karşıtı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri öncelikle modern bilim ve onun uygulaması olan teknolojinin ortaya çıkardığı beklenmeyen ve istenmeyen sonuçların kamu oyunda uyandırdığı tepkilerin sürekli artması ve toplumsal bir boyut kazanmasıdır. Bu tepkiler genellikle iki türlü ortaya konulmaktadır.
İlk olarak, bilimin uygulanmasında siyasal ya da toplumsal tercihlerin oynadığı rolün yeniden gözden geçirilmesi ve böylece insan, toplum ve çevre üzerinde olumsuz etkileri olan bilimsel gelişmelerin denetim altına alınmasına yönelik taleplerin oluşturduğu tepki,
İkinci olarak, sadece bilimin uygulanmasında değil bizatihi bilimsel düşünüşün kendisinde bulunan bazı özelliklerden kaynaklanan sorunların giderilmesini bilimin rasyonalitesinin değiştirilmesine bağlayan ve bu nedenle birincisine kıyasla daha köklü değişim ve dönüşümler gerektiğini savunan tepki, Sonuç olarak, bilim ve teknoloji bu tepkileri ortadan kaldıracak şekilde şekillendirilmeli, gözden geçirilmeli, topyekün insanlığın mutluluğunu sağlayacak şekilde yeniden düzenlemelidir.
1.2.2.Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge)
Özel veya kamu işletmelerinde, diğer kar amacı gütmeyen bir kısım kuruluşlarda yeni mamüller bulmak, daha etkin üretim yöntemleri geliştirmek, farklı dizayn ve süreçler ortaya koymak için yapılan çalışmalardır.
Çalışmalar, temel ve uygulamalı araştırma ve geliştirme faaliyetlerinden meydana gelmektedir. Temel araştırmalar, belirli bir ticari amacı olmayan, bilgi üretimine yönelik araştırmalardır. Uygulamalı araştırmalar ise bir yenilik ortaya koymaya çalışan ya da ticari amacın ön planda tutulduğu çalışmalardır. Geliştirme kavramı bir tekniğin bulunmasını, mevcut bilgiler dahil araştırma sonuçlarının belirli mal ve üretim süreçlerine dönüştürülmesi faaliyetlerinden meydana gelir.
Araştırma ve geliştirme faaliyetleri; özel veya genel araştırma, teknolojiye yönelik araştırma, merkezileştirilmiş ya da merkezileştirilmemiş araştırma ve iç kaynaklarla ya da dış kaynaklarla araştırma şeklinde bir ayırıma tabi tutulabilir. Buna göre; özel ya da genel araştırmada, Ar-Ge faaliyetleri özel bir uygulamaya yönelik olabilir. Belirli bir hedefe yönelik araştırmalar Ar-Ge faaliyetini yürüten birimin beklediği sonuçlara doğrudan hizmet etmektedir. Özel hedeflere yönelik araştırmalar temel ve uygulamalı olabilir.
Teknolojiye yönelik araştırmalarda ise; Teknolojiye yönelik araştırmalarda doğrudan yeni bir teknoloji hedeflenmektedir. Teknolojiye dönük araştırmaların temel hedefi; hızla değişen ve globalleşen dünyada rekabet imkanlarını arttırmaktır. Bu tür araştırmalarda özellikle (feed-back) geri besleme yöntemi uygulanır. Bu uygulamanın temelinde ise geri teknolojiyi satarak yeni teknolojilerin üretilip uygulama yolunda bir finansman sağlama ya da mevcut teknoloji birikimini kullanarak, daha ileri düzeyde teknolojik bilgiyi elde etme amacı bulunmaktır.
Merkezleştirilmiş veya merkezileştirilmemiş araştırmalarda da Araştırma ve geliştirme politikaları işletmelerde merkezi bir yerden yürütülebileceği gibi, gereken bölümlere yetki devredilerek her bir bölüm kendi geliştirme programını yürütebilir.
İç kaynaklarla ya da dış kaynaklarla araştırmaya göre de; İşletmenin mamül veya teknolojisiyle ilgili olarak yapacağı araştırmalar, yalnızca işletme içinde yapılmayabilir. Bunun için işletmenin kaynakları yeterli değilse; veya işletme için daha uygun olacaksa, işletme dışından konusunda uzmanlaşmış araştırma birimleri bu işi yapabilir.
Sanayileşmiş ülkelerde araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ayrılan fonlar, milli gelirin önemli bir payını oluşturmaktadır. Türkiye de GSMH’nın %01-2 olan bu değer gelişmiş ülkelerde %2-3 şeklindedir. Gelişmiş ülkelerde bir yandan özel kesim bu tür faaliyetlere büyük ağırlık verirken, diğer yandan devlet de önemli katkılarda bulunmaktadır. Özellikle dış piyasalarda rekabet üstünlüğü elde edilebilmesinde araştırma ve geliştirme faaliyetlerini büyük önemi bulunmaktadır. Araştırma ve geliştirme faaliyetleri; mevcut bilginin gerek teorik, gerekse pratik sahada daha ileri düzeylere ulatabilmesinde büyük öneme sahiptir.
1.3. Bilim Ve Sanat
“Güzel duygusunun sesle ya da cisimle somutlaşmış hali” ve “yapılan işlerde gösterilen hassasiyet ya da incelik” olarak sanatı, iki şekilde değerlendirmek mümkündür.
İnsanların iki anlamda da sanatı istenilen boyutta ifade edebilmesi için belli bir bilgi birikiminin bulunması gerekir. Her ne kadar sanatta diğer insanlara kıyasla daha fazla yatkınlık yada yetenek bulunsa bile, yeteneklerin farkına varılması, bilgi yükleme ile yeteneklerin geliştirilmesi söz konusu değilse ne sanat ürünü nede sanatçı söz konusu olacaktır. Nice sanat alanında şaheserler ortay koyabilecek insan vardır ki, sanatsal bir ortamla hayatlarında hiç karşılaşmadıkları için sanatçı olamamışlardır. Diğer taraftan sanatsal yetenekleri mükemmel olan birçok insan o sanat alanında bilgiyi elde edebilmesi yada halihazırdaki bilgiyi geliştirebilmesi mümkün olmadığından çalışmaları bireysel çabaların ötesine geçememiş, ürettiklerini toplumun istifadesine sunamamıştır.
Bilimde ve bilimsel yöntemlerdeki gelişmelerle güzel sanatlardaki ilerlemeler eş zamanlıdır. Bilime gereken önemin verilmesi, beraberinde sanatsal bilginin ve sanatında önem kazanmasına yol açmıştır. Günümüzde ölümsüz eserler kazandırabilen sanatçılar genellikle bu işin eğitimini alan insanlardır. Bilimsel temellere dayanmayan sanat ise, popülist olmaktan öte geçmemekte, kalıcı olamamaktadır. Türk sanat musikisinin ölümsüz eserleri, Bethoven’in, Mozart’ın Klasik eserleri yıllar süren bir eğitimin, sanatsal bilgi birikiminin ürünü oldukları için hala zevkle dinlenmektedir. Öte yandan eğitimsiz insanlar tarafından yalnızca ticari gayeli üretilen hafif batı müzikleri ortaya çıktıkları an ömürlerini tamamlamaktadırlar.
Bilimsel düşünce tarzının kritik unsurları sanat içinde aynen geçerlidir. Amaçsız, hedefsiz sanat olmaz, olduğunu iddia edenler varsa mutlaka yanılmaktadır. Soyut resim ürettikleri iddiasında olan, yaşamasının idrakinden bile uzak nice ressam ruhunun sağa sola yalpalamalarını tuvale aktarmakta, kimsenin anlayamadığı garip çizgileri ve renkleri sanat adına piyasaya sunmaktadır.
Sanatçı üreteceği sanatta amacını belirledikten sonra amaca nasıl ulaşılacağını çeşitli politikalarla belirleyecektir. Mehmet Akif toplumsal kaygılarına çözümler üretme derdinde olduğu için gündelik hayatın çarpıcı anlarını şiir tekniğini kullanarak ortaya koymaya çalışmış ve ölümsüzleşmiştir. M. Kemal ATATÜRK askeri ve siyasi dehasını sanatçı inceliği içerisinde amaçladığı hedefler doğrultusunda kullanmış, milletinin kaderine yön vermiştir.
Sanat ve bilim her ne kadar birbirinden ayrı unsurlar gibi görünse bile, bilimsel düşünce tarzı ve sonuç niteliğindeki bilim sanatın arka planını oluşturur. Aralarındaki tek fark, sanatta hitap edilen yönün yani insan ruhunun beslenmesinin maddi yöne kıyasla daha ağırlıklı olmasıdır. Sanatçı en azından kendi alanı ile ilgili olarak yeterli bilgi birikimine sahip olmalı, bilimsel düşüncenin kritik unsurlarını gözönünde bulundurarak sanat ürünlerini ortaya koymaya çalışmalıdır.
1.4. Bilim Ve İrfan
Pozitivizmin kapitalizmle birlikte hızlı yükselişi beraberinde doğrudan deney yoluyla elde edilen bilgilerin dışında bütün bilgilerin kabul edilmemesine ya da gerekli itibarın gösterilmemesine neden oldu. Bu gelişim gelişmiş ülkelerde materyalizme olan aşırı güven nedeniyle madde dışı olanın genel olarak ruhsal (spiritüel) olarak nitelenmesine, spiritüel olanın da gerçek olmadığı ön yargısıyla reddine yol açtı. Az gelişmiş yada gelişmemiş ülkelerde ise yarım aydınlar ezilmişlik psikozu ile kurtuluşlarının gelişmede, gelişmenin ise batı da olduğu gibi spiritüel olandan kurtulup, kalkınmanın deneysel bilginin kabul edilmesiyle gerçekleşebileceğine inandılar. Bu genel kanaat bu ülke aydın çevrelerinde 1970’li yılların sonlarına kadar devam etti.
Deneysel olanın bilgisinin herşeyi açıklayabileceği düşüncesinin hakim olduğu bu tip bir bilgi tarzının müşahhas olarak gerçekleştiği teknoloji alanındaki hızlı gelişme ve yeniliklerin insanların sorunlarına tümüyle çare olamaması, hatta bir takım yeni sorunları gündeme getirmesi, deneysel olanın bilgisinden insanları daha farklı bilgi kaynaklarına yöneltmeye başladı. Bu tarz bilgi kaynakları gerçekte insanlığın varoluşundan beri bulunmakta ve sürekli olarak yenilenmekteydi. Özellikle bu tip bir bilgilenme tarzı aydın kabul edilen çevrelerde pek itibar görmediğinden genellikle avam olarak nitelenebilecek halk kesimlerinde bulunuyordu. Üstelik bu tip bir bilgi ile donatılmış olan insanlar zaman zaman -aydın kabul edilen kesimin çoğunlukla halkıyla yabancılaşmış olması nedeniyle- aydınlar dışındaki kesimlerden daha fazla itibar görmekteydi.
Deneysel olanın bilgisi dışındaki bilgi tarzlarından en önemlilerinden birisi, kişisel ve içsel deneyimlerin bilgisi olarak nitelenebilecek hayat bilgisi yani “İRFAN”dır. İrfan arapça arafa kökünden yani tanıma kökünden gelmektedir. Bu anlamıyla hayatı anlama ve kavrama , tecrübe etme süreciyle elde edilebilecek bir bilgi türüdür. Bu tip bir bilgilenmenin yoğun olarak bulunduğu insanların halk arasındaki ismi “çarıklı erkandır. Çünkü bu insanlar modern anlamdaki eğitim kurumlarından geçmemiş insanlardır. Bu tip bir bilgi ile donatılmış olup çoğunlukla deneysel bilgiyi elde etmemiş olan insanların sorunlara spontane ve pragmatik yaklaşımı, halk tarafından anlaşılırlıklarının yüksekliği, sorunların çözümünde kamuoyunun yoğun desteği nedeniyle halk tarafından daha hızlı bir süreçte kabullenilmişlerdir. Aydın kesimlerin keskinleşmiş inatları neticesinde “çarıklı erkan”la gerekli temaslar kurulup sorunların birlikte halledilmesine yani tecrübelerin bilgisi ile deneysel bilginin birleştirilip daha pragmatik bir bilgi ve bilgilenme yolunun oluşmasına engel olundu.
Gerçekte bilinmesi gerekenler, bilinenlerin yanında oldukça büyüktür. İnsanlık tarihi aynı zamanda bu bilgilenme çabasının da tarihidir. Fakat bilinmesi gerekenlerin çokluğu nedeniyle dünya varoldukça bu bilgilenme süreci yani keşif (bilinmeyen fakat varolanın bilinmeye başlaması) ve icat (bilinenlerden hareketle bilinmesi gereken şeylerin üretilmesi) devam edecektir. Bu sürecin hızlandırılması ise bilgilenme kaynaklarının tekliğinden ziyade çokluğu sayesinde mümkün olacak keşif ve icatlar sorunların çözümünde daha etkili olacaktır. Bu nedenle deneysel bilgi dışındaki bilgi kaynaklarından tecrübenin bilgisi yani irfan gözardı edilmemeli ve tecrübenin bilgisinin arkasındaki yatan deneysel yolla elde edilen bilgiler araştırılmalıdır.
İrfan, klasik eğitim ve öğretim tarzı ile yani kitaplardan öğretmenlerden hareketle elde edilebilecek bir bilgi çeşidi değildir. İrfan kültürün ulaşma, bizzat yaşama, pek çok olayla karşılaşma, karşılaşılan olaylardan hareketle faydalı ya da zararlı alanların farkına varmakla, herşeyden önemlisi de yaşanan olayları iyi analiz edip korelasyonları tespit edip anlama ve buradan hareketle sonuçlar çıkarıp gelecekte gerçekleşecek benzer olaylara çözümler bulmakla olacaktır. Bütün bu çeşit bilgilenme süreci aynı zamanda uzun bir yaşam sürecini de beraberinde getirir. Bu nedenle irfan sahibi insanlar her zaman yaşlı insanlar olagelmiştir. Bizim tarihsel geçmişimizde de -kültürel mirasımızın oldukça zengin olması nedeniyle- bu tip insanlara özellikle tarihsel metinlerde çokça rastlarız. Örneğin geçmiş yaşantımızı çok iyi analiz eden destanlarımızda, hikayelerimizde sorunların toplum zihnini karıştırdığı dönemlerde yaşlı, bilgili halk tarafından sevilen birisi ortaya çıkar ve mantıksal bir yaklaşımla sorunu aniden çözümleyiverir. Çoğunlukla bu insanlar ermiş olarak nitelenen insanlardır. Gerçekte bu ermişlik madde ve mananın bilgisinin bu insanlar tarafından iyi analiz edilmesine yani bilginin her çeşidine erişilmiş olmasına bağlıdır. Dede Korkut Hikayeleri’nde görüldüğü gibi sorunların yoğunlaştığı dönemlerde Dede Korkut’un ortaya çıkması ve sorunlara gerçekçi çözümler üretmesi bunun bir örneğidir. Bu insanlar gerçekte tecrübenin bilgisine yani irfana ulaşmış insanlardır.
Hayat ilmi yani tecrübenin bilgisi ile ilgili olarak iki örnek daha verebiliriz. Bunlardan birincisi Ankara Esenboğa Havaalanı yapılmadan önce yer tespitinde bulunulurken koyun otlatmakta olan bir çobanın mühendislere “burada çok sis olur” deyip havaalanı seçiminde burasının uygun bir yer olmadığı ikazında bulunmuş, fakat bu uyarı dikkate alınmamıştır. Özellikle kış aylarında burada çok sis olmakta ve uçakların iniş ve kalkışlarında büyük sorunlar yaşanmaktadır. Bir diğer örnekte Eskişehir Kenti kurulmadan önce Alaaddin Keykubat, kentin kurulacağı yerin çevresindeki dört ağaca ciğer astırmış, ciğerlerin bozulmadığını görünce kenti buraya kurdurmuştur. Bilimsel çalışmaların da gösterdiği gibi bu bölgede hava sirkülasyonu fazla olduğu için oksijen düzeyi oldukça yüksektir.
Sonuç olarak, irfanla beslenmeyen bilgi hayatı, insanları sorunları anlama ve kavrama konusunda geleceğe yönelik pragmatik, çözümleyici bir bilgi olmaktan uzak olacaktır. Bilgilenme kaynakları bu nedenle sınırlandırılmamalı, eklektik (bütünleştirici, birleştirici) bir yaklaşımla bütün bilgi kaynakları -deneysel bilgi, irfan(kişisel ve içsel deneyimlerin bilgisi), ahlak (iyinin ve kötünün bilgisi), metafizik( mutlak varlıkla ilgili olayların bilgisi) mantık, metod, bilgisi vs. birlikte ele alınıp kullanılmalıdır.

II. FELSEFE
2.1. Kelime Kökeni, Tanımı ve Konusu
Felsefe konusunun daha iyi anlaşılması ve de bu konudaki bir çok bulanık anlayışların önüne geçebilmek amacıyla, kelimenin kök manasının üzerinde durmanın yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Eski Yunanca'da philia (sevgi) ve sophia (bilgi, bilgelik) kelime kökenlerine dayanan felsefe (philosophia), bilgelik sevgisi anlamında kullanılmaktadır. Bu bağlamda, İslam dünyasında aldığı şekil olarak ifade edebileceğimiz felsefe kelimesinin Hikmeti Seven manasına geldiği dikkati çekmektedir. Buradan hareketle de, hikmet yolunu tutanların ve sevenlerin Feylesof (philosophos) adını aldıklarını söyleyebiliriz.
Farklı dillerde olmasına karşın aynı manayı veren felsefe kelimesinin, Almanca'da Philosophie, Fransızca'da Philosophie, İngilizce'de ise Philosophy kelimelerine karşılık olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Ancak felsefenin ne olduğu ve neyle uğraştığı eski Yunan'da düşüncenin uyandığı zamandan beri ileri sürüldüğü ifade edilmektedir. Ne var ki, felsefeye yalnız Yunanlılardan başlamak doğru değildir. Milattan Altı Yüzyıl önce Hint ve Çin’de tabiat olayları üzerinde düşünülmüştür. Yine bu medeniyetlerde Yunanda olduğu gibi tabiat üzerindeki neticesiz ve karışık açıklama denemelerinden sonra, insanlar birleşik bir açıklamaya ulaşamamaktan dolayı telaşa kapılmışlar, bilgilerinin temelinden şüphe etmişler, hakikatı inkar etmişlerdir. Yine bu medeniyetlerde bu inkar döneminden sonra, düşünce kendi kendisine çevrilmiş, dış alemdeki boşuna ve yorucu sergüzeştlerinden vaz geçerek hakikati kendi kendinde aramaya kalkmıştır. İşte buradan, Hint ve Çin sofistlerini takip eden büyük ahlakçılar, Bouddhisme ve Confiçyüs cereyanları Sokrates'e paralel olarak hemen aynı asırlarda doğmuşlardır. Demek oluyor ki felsefenin doğuşu Yunana mahsus istisnai bir olay değildir. Yeryüzünde aklın uyanışı ve insanın önce tabiata, sonra kendine çevrilmiş batışından doğan bütün fikir denemeleri halinde safha safha ve birbirine benzer şekillerde, bir çok yerlerde birden meydana çıkmıştır. Yine bunun içindir ki, bir dönem terim olarak Batı'nın Yunanca’dan aldığı hakim ve hikmet sözlerini yeryüzüne yaymak, insanlık şuurunun muayyen bir uyanış safhasından sonra kazandığı bir sıfat, bir mertebe olarak görmek doğru olur.
İlk belirtileri bu şekilde arz olunan bu eleştirici tutum, bugün bildiğimiz anlamındaki varolanlar üzerine yöntemli bir düşünme olan felsefeye yol açmış, üstelik bütün Batı uygarlığı için başlıca bir çıkış yeri olmuştur ve insanlık tarihinde gittikçe de ağır basmıştır.
Bu bağlamda, Eflatun'a göre felsefe hayretten ve hayreti çözmek için yapılan zihin gayretinden doğmuştur. Aristo ise daha ileri giderek felsefeyi çelişkiyi çözmek için zihnin yaptığı gayret olarak tanımlar. Ancak çelişmenin çözülmesi ile sadece akli münasebetler kurulmaz. O'na göre asıl sebep araştırılır; zaten felsefe de, sebeplerin sebebini araştırmaktır.
Hellenistik Çağ'’ın ahlak sorunları üzerinde durulan ilk dönemin (Ahlaksal Dönem) üç büyük çığırına (Şüphecilik, Episkurosçuluk ve Stoa) göre ise felsefe; mutluluğa götüren yolun ne olduğu sorusunu araştırmaktır.
Seneca'nın da ifade ettiği gibi, "Hikmet insan zihninin yetkin iyiliğidir, felsefe hikmet sevgisi ve araştırmasıdır. Biri öbürünün gayesidir. O'na göre Felsefenin böyle adlandırılmış olması buradan gelmektedir; bu apaçıklığın ta kendisidir. ............ Felsefenin başka tariflerini yapmak için daha başkaları da var: bir kısmı onun faziletin incelenmesi, başkaları zihnin terbiye ve düzeltilmesinin incelenmesi olduğunu söylediler. Bazıları da doğru aklın araştırılması adını verdiler. Fakat uyuşmanın aşağı yukarı umumi olduğu yer felsefe ile hikmetin arasındaki fark üzerindedir. Bunun için arzulayanla arzulananın aynı şey olduğu olamaz. Tamah ile para arasındaki fark birinin hırsla istemesi, öbürünün hırsla istenilmiş olmasıdır. Felsefe ile hikmet arasında da tıpkı böyledir, biri öbürünün neticesi ve karşılığıdır. Öbürü onu bekler, Hikmet Yunanlıların Sophia dedikleri şeydir. Romalılar da şimdi Philosophia kelimesini kullandıkları gibi bu kelimeyi kullanmaktadırlar."
İlk çağlardan beri buna benzer bir çok tanımı yapılan felsefe yüzyılımızda "Canlı varlıklar ve eşyanın ilkeleriyle, insanın evrendeki rolüyle ilgili görüşlerin ve inançların tümü" olarak tanımlanmakta ve "varolanların varlığı, anlamı ve nedeni üzerinde sorularla ortaya çıktığı" belirtilmektedir. Bu yönüyle de bazı felsefecilerde çocukça yönlerin bulunup bulunmadığı tartışmalarını gündeme getirmiştir.
Gerçekten de insan, diğer canlılarla karşılaştırıldığında soru sorabilen tek yaratıktır. Bu durum, onun, maddi ve tarihi şartlardan, içinde yaşadığı olaylar zincirinden kendini soyutlayarak hayat karşısında vaziyet alabildiğini gösterir en belirgin özelliğidir. Nitekim bu sayededir ki, insan, kendine has bir hürriyete, evreni tanıyabilme kabiliyetine ve değerlere yönelebilme gücüne sahiptir.
Bu sorular içinde öyleleri vardır ki, bunların bekledikleri cevaplar, ne günlük hayatta elde ettiğimiz bir bilgi, ne duyularımızın bildirdiği dış dünya hakkındaki izlenimler, ne de bilimlerin inceledikleri olaylar ve bağlı bulundukları sebep-sonuç ilişkileridir. Bunlar, günlük hayatla ilgili kaygılardan, somut bir eser meydana getirme amacından doğan problemlerin giderilmesiyle alakalı değildir. Fakat belki, bütün bunları ve yukarıdaki sözü edilen her türlü bilgiyi kazanılmış varsayarak, onları aşmaya ve temellendirmeye çalışan sorulardır. Genel bir yaklaşımla, düşünme faaliyeti içinde kullandığımız veya karşılaştırdığımız kavramların anlamını yakalamaya çalışan “nedir” tarzındaki sorular ile varlığın özünü, insan bilgisinin imkan ve sınırlarını, insanın evrendeki yerini, davranışlarındaki doğru prensipleri belirlemeyi kendine amaç edinen sorular bu türdendir. İşte bunlar, felsefi soru adını alırlar varlık, bilgi ve değer hakkında toplu bir görüş, bütüncül bir bilgi elde etme amacı güderler.
Kaldı ki, burada adı geçen varlık, bilgi ve değer kavramları felsefenin ana konularını içerir. Temel sorusunun varlık ile ilgili olan kısmına Ontoloji (Varlık Bilim) ya da metafizik (Fizik Ötesi) adı verilir.
Felsefe, varlığın ve hayatın anlamı üzerine bilgi olduğuna göre, böyle bir bilginin en önemli konularından birisi kuşkusuz bilginin kendisi olacaktır ki, bu tip sorulardan oluşan bir felsefe ise, Epistemoloji (Bilgi Felsefesi) adını almaktadır. İyi, götü, güzel, çirkin gibi soruları içeren ve bu değerler üzerindeki düşünme ise değerler felsefesi (ahlak felsefesi) olarak anılmaktadır.
Aslında bu tip soruların eksiksiz ve kesin bir cevaba ulaşması, varlık, bilgi ve değer üzerine tam ve bütün bir bilginin ortaya çıkması veya bir insanın böyle bir bilgiye sahip olabilecek ölçüde olgunluğa ermesi hali Hikmet (Bilgelik)'tir. Hikmet beşeri ve ilahi olan şeylerin, bütün olup bitenlerin esasını bilmektedir. Felsefe ise, böyle bir iddiada değildir. O, hikmete ulaşmak anlamında değil, onu sevme, ona hasret duyma, yönelme anlamında bir bilgidir. Nitekim, yukarıda da belirtmiş olduğumuz Felsefe kelimesine esas olan Yunanca Philosophia (hikmet sevgisi) kelimesi bunu vurgulamaktadır. Kaldı ki felsefenin özü, herhangi bir bilgiye sahip olmaktansa, o bilginin aranması, o bilginin amaç edinilmesidir. Bu nedenle de felsefede cevaplardan çok soruların önemli olduğu söylenir.
Felsefenin konusunun, ilk felsefi sistemlerden bugüne kadar felsefe tarihini incelersek iki mesele etrafında toplandığı görülür. Birincisi, insanın bir ferd olarak veya topluluk içinde hareket hattını rasyonel bir tarzda düzenlemek için “nasıl davranmalıdır” sorusuna cevap oluşturacak aksiyon meselesi; ikincisi ise; alemi, alemde olup bitenleri anlamak ve açıklamak üzere bilgi problematiği'dir, ki; bütün felsefi spekülasyonun değişmez umumi konusu olmuşlardır.
Ne var ki, felsefe kelimesi, etimolojisinin de ifade ettiği gibi, "hikmet sevgisi" olduğundan hikmetinde sadece alem hakkında ve kainatta olup bitenler hakkında tam ve sağlam bir bilgiyi değil, aynı zamanda aksiyonun rasyonel kaidelerine göre hareket etmediği de ifade ettiği göz önünde tutulursa, ilk şeklinde olduğu gibi bugünkü durumunda da, meselenin konuluş ve çözülüş tarzı ne olursu olsun, bütün felsefi düşüncenin yine ilmin ve ahlakın temelleri, sınır ve değerleri meselesi üzerinde toplandığı görülür.
Muhakkaktır ki felsefe teriminin konuluşundan önce ve sonra hikmet, ilim, felsefe terimlerinin manalarındaki ilk birlikten başlayarak bugüne kadar türlü filozofların bu kelimeye, bu bilgiye verdikleri farklı manaları, felsefeyi anlayış tarzlarını ayrı ayrı ele almadan ve bunlar arasında müşterek yönleri ve benzer olanları ile ayrı ve benzemeyen, hatta zıd ne varsa onları gözden geçirmeden evvel, aynı çağda, aynı felsefi sistemde beraberce bulunabilen değişik anlayışlar bulunabilir. Bu anlayışları burada üç ana grupta toplamak mümkün olacaktır:
İlk olarak felsefeyi, ameli ve nazari bütün bilgileri içine alan bir bilgi; konusu gerçeğin bütünü olan toplu bir açıklama; bir ilimlerin ilmi, bütüncül (üniversel) bir ilim olarak görüyoruz.
İkinci olarak, felsefe, ilimlerin başta matematiğin, sonra diğer müsbet bilimlerin felsefeden ayrı birer ilim kolu olarak kurulmalarıyla bütün bilgilerden değilse de ilimlerden ayrı, onların üstünde ve dışında bir bilgi olarak anlaşılmıştır. Bu anlayış bizi nesnelerin ve varlığın özünü bulmaya ve açıklamaya çalışan metafizikle her şeyin iradesi altında vücut bulduğu biricik varlık Tanrı'nın bilgisi olan teoloji ile birleştirir.
Son olarak, felsefe anlayışında, ilimlerin ilerlemeleri neticesi olarak bir değişiklik daha olmuş, bu da hem ilimlerin yöntemleri, vardıkları sonuçların değeri; hem de ilimlerin uğraştıkları alanların parça parça, kullandıkları yöntemlerin çeşit çeşit ve vardıkları sonuçların ayrı ayrı olması yüzünden bir ilimler teorisine, daha umumi olarak, bir bilgi teorisi'ne ihtiyaç duyulmuş ve böylelikle felsefe, mantiki, tenkidi bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. İlimlerin ilerlemesi ve ilim anlayışının pozitivizm hareketiyle değişmesi üzerine bir ucu felsefenin inkarına kadar varan büyük uzlaşmazlıklara şahid olunmuşsa da felsefe, sosyoloji, örf ve adetler ilmi tarafından yine elinden alınamayan aksiyon meselesi yanında bilgimizin sınırı ve değeri, yöntemleri üzerinde mantıki-meselelerini ortaya koyuşu ve çözümleri ne kadar farklı olursa olsun-muhafaza etmektedir. Böylece, felsefe ilmi bilgi, sonuç ve metodları ve bunların değeri üzerinde tenkidi bir bilgi de olsa yine ilmin dışında bir bilgi, hatta derece bakımından ilmin üzerinde bir bilgi olmak vasfını da kaybetmiş olmuyor.
Bu bağlamda, felsefe üç bölüme ayrılır; birincisi ruhu düzenleyen ahlak, ikincisi tabiatı arayan ve tarayan fizik, üçüncüsü de terimlerin hassalarını, birleşmelerini ve yanlışın doğrunun yerine kaymasına neden muhakemeyi açıklayan mantık'tır. Bunun yanısıra, ilk konusu insanı umumi hayata, nezakete ve muaşerete hazırlamak olan felsefe, konuşmayı değil hareket etmeyi öğretir.
2.2. Felsefi Bilgi ve Özellikleri
Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, felsefe, diğer bilgiler gibi, birden bire ortaya çıkıveren bir bilgi olmamıştır. Aksine felsefe, önceden kazanılmış bilgiler üzerine bir bilgidir; bir Refleksiyon'dur (Yansıma).
Zihin adeta elde etmiş olduğu bilgiler üzerine yeniden dönerek, onları bir tenkit ve değerlendirme süzgecinden geçirir. Buradan yeni bir şey öğrenilmemekte fakat zaten hazır olan bilgiler, evren, insan ve değer bütünlükleri içerisinde yeniden ele alınmaktadır. En son amaç, varlığın bütünlüğü içerisinde temellendirmeler olacaktır. Kaldı ki bu tarz yaklaşım felsefi bilginin kümülatif bir bilgi türü olma özelliğinden kaynaklanmaktır. Bu özelliğine göre, yapılan akıl yürütmeler, varılan sonuçlar birbirlerine eklenerek bir bütün elde edilmeye çalışılır. Bu bilgi, varılacak olan yeni bili muhtevaları ile zenginleştirilmeye hazır ve açık haldedir.
Bu özelliği yanı sıra felsefi bilgi, titiz ve atlama yapmaksızın sürdürülen bir zihin çabasıdır. Varmış olduğu görüşlerin, insan, evren ve değerler hakkında sistemli ve düzenli bilgiler olması gerekir. Bu düzen ve sistemlilik, felsefede ele alınan bütün konuların, temelde, varlık fikrine bağlı kalınarak değerlendirilmesinden ve mantık ilkelerinin burada son derece etkin bir şekilde kullanılmasından ileri gelir. Bu nedenle de ayrı ayrı konuların değerlendirilmesinde, aralarında sistemli bir bütünlük bulunmayan hiçbir görüş veya düşüncenin felsefe olarak anılması doğru değildir.
Buna rağmen, felsefi bilginin bilimlerde olduğu biçimde bir ilerleme özelliğine sahip olduğu söylenemez. Gerçi, içinde yeraldığı kültürün yapısı ve seviyesi, alakalı olduğu bilimlerin metod ve muhteva bakımından ilerleyişi, felsefi meselelerin tartışılmasında bazı yeni yaklaşımlar getirebilir. Ancak, bu, hiçbir zaman öğrenilmesi ve değerlendirilmesi gereken en doğru bir felsefenin en son ortaya çıkan felsefe görüşlerinden ibaret olduğu anlamını taşımaz. Bugünün düşüncesini ve onun değerini anlamak, çağımızda karşılaştığımız felsefe meselelerini gerektiği gibi tartışabilmek, beşeri düşüncenin tarihi geçmişini bilmekle mümkündür. Bu nedenle de, felsefe, tarihinden soyutlanarak öğrenilemez.
Felsefi bilginin bir diğer özelliği de doğruluğunun tahkik konusu edilemeyişidir. Bu özelliğine göre, bütün zamanlar için ortak, bütün zamanlar için geçerli bir doğruluk değerini herhangi bir felsefi sistem için düşünmek sözkonusu değildir. Bütün bunlara rağmen evrensel bir bilgi niteliği taşıyan felsefe, 18. yüzyıl Alman filozofu Kant'ın da belirtiği gibi öğrenilmez ancak felsefe yapmak öğrenilir.
2.3. Felsefenin Diğer Bilgi Türleri İle İlişkisi
Bu aşamada felsefenin, bilim, din, sanat ve politika gibi diğer bilgiler ile karıştırılmaması açısından sırasıyla aralarındaki ilişki ele alınmıştır.
2.3.1. Bilim-Felsefe
Bilim ile felsefe arasında sıkı bir ilişki olduğu, hatta felsefenin bir bilimler teorisi olduğu; her ikisinin de analizinde akla ve zihni bir takım ilke ve yöntemlere dayandıkları tartışmasız bir gerçektir. Aralarındaki ayrılığı felsefi hakikatlerin tecrübe ile gerçeklenemezliğinin, tecrübenin tasdikine arz olunmamasının teşkil ettiği söylenirken tecrübenin çeşitli ve zıd zihni yapıları aynı derecede ve değerde birer hakikat diye kabul etmiş olması karşısında değerinin ne olacağı düşünülmelidir. Kaldı ki, bilim ve felsefe arasında bulunan paralellik her ikisinin de, hazır ve basmakalıp bir bilgi ile yetinmeyip, aktif ve tenkitçi bir tavırla doğrulara yöneldiğini göstermektedir. Yine her ikisi de, mantık ilkelerini titizlikle kullanarak adım adım ve atlama yapmadan evrendeki düzenin sebep ve kanunlarına inmek, insan hayatını anlamak istemektediler.
Buna rağmen her iki bilgi sahası arasında önemli farklılıklar vardır. Şöyle ki, bilim; genel geçerliliği olan ve herkesçe gözlemlenebilir olgulardan hareket eder. Vardığı sonuçları ise, yine olgulara dönerek doğarlar. Felsefe de ise, hareket noktasının olgulara dayanma mecburiyeti olmadığı gibi, varılan sonuçların da doğrulanabilirliği, olgular ile olmaz. Bunun gibi yine felsefede, ölçme yapılamadığı ve ölçülenler arasında eşdeğerlilikler kurulamadığı içindir ki, ona dayanılarak, mesela bir teknoloji kurulamaz.
Ayrıca paralel amaçlarına rağmen bilim ve felsefe, iki ayrı ihtiyaca cevap vermektedir. Ne biri diğerinin birbirlerinin alanını bütünüyle kaplamış değildir. Bilimlerin olayların ve olgular dünyası üzerindeki hakimiyeti yeni buluş ve ilerleyişleri, felsefe için ne kadar yönlendirici ise, felsefenin de, ayrı ayrı bilimlerdeki başarıları birleştirerek değerlendirilmesi bilim faaliyeti için o kadar ufuk açıcıdır. Kaldı ki felsefe, bilimlerdeki kavram ve ilkeleri aydınlatmakta, onların gerçekliği yansıtmadaki başarılarını tenkide tabi tutmaktadır. Bilimsel bilginin değerini, diğer bilgi türleri arasındaki yerini ve önemini ortaya koymak, yine felsefenin işidir.
Öte yandan bilimler, kendilerine has belli bir olay alanı seçip, bu olaylara uygun bir metod tekniği ile yaklaşır ve onlar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini belirlemekle yetinirler. Felsefeye gelince, o ele alınan bu olayların özünü, ilgili sahada kullanılan kavramları vermeye çalışır.
O halde diyebiliriz ki; "İlim bir ihtisaslaşmış felsefedir. .......... felsefe ise, ilim tarafından çözülmemiş meselelerin kalıntısını ihtiva eder."
Görüldüğü gibi, felsefenin diğer ilimlerden farkı, bütün bilgileri ve değerleri kuşatıcı olmasıdır. O hususi konuları birbirine bağlayan en geniş bir konu ile meşgul olur. Varolanlar'ın sınırlı konuları arasında ilişkileri görmeye çalışan derin ilim adamları bu suretle hem kendi ilimlerinin prensipleri üzerinde düşünmüş, hem de böylece bütün varlık ve bilme meselelerini kavramaya çalışmışlardır. Bu tarzda yetişen ilim adamları hakiki filozoflardır. Onlar ihtisaslarının konusunu bilmedikleri sahalara hızla yayarak acil umumi hükümler çıkaracak yerde, kendi ilimlerini felsefi bilgi yardımıyla tahlil ve tenkid etmede başarı sağlamış zekalardır ki, bu vasıta ile ilim yolu onları hakiki felsefeye götürmüştür. Bu manada Newton sadece fizikçi değil, aynı zamanda da filozoftur; Descartes matematikçi olarak başlamış, fakat analiz ve tenkitleriyle Modern felsefeyi kurmuştur. Claude Bernard biyoloji metotlarına ait analizleri ve tenkidleriyle felsefeye hizmet ettiği gibi, H Driesch de biyolojik tecrübelerle başlayan araştırmalarını felsefe için en verimli hareket noktası olarak kullanmıştır. Demek ki, tenkid ve analiz zihniyetine sahip bir ilim adamı hakiki filozof olabildiği halde bilimin dar çerçevesinde hazır bulduğu bazı fikirlerden hızlı ve genişletici varsayımlardan hareketle felsefeye özenen bilim adamları asla filozof sayılamazlar. Bilim sahasında başarıları kendilerine cesaret verdiği için bu tarzda denemelerde bulunan başarısız fikir adamı olsalar bile kendi bilimleri için yine değerlerini koruyabilirler.
2.3.2. Din-Felsefe
Çeşitli kaynaklarda felsefe ile dinin ayrı planda yer almasına karşılık, bu iki bilgi türünün birbirlerine zıt olduğu söylenmemektedir. Hata özellikle Hellenistik Dönem (Roma Felsefesi) felsefesi aydınlar için dinin yerine geçen bir dünya görüşü olmak istediği dikkati çekmektedir. Ancak ilkçağ sonlarındaki ortalığı kaplayan bir din gereksinmesi yüzünden felsefe de dinle karışmak, dinle iç içe olmak durumuna girmiştir. Oysa bu durum felsefenin başlangıç tutumu ile çelişiklik arzetmektedir. Çünkü felsefenin, dinden ayrılmakla başladığı kabul edilmektedir. Zaten felsefenin dinsel bir nitelik kazanması da Hellenizm (Roma Felsefesi)'e dayanmaktadır.
Bu bağlamda, gerek felsefe, gerekse din, varlık ve değer açısından en genelde ve temel olana yaklaşarak, ilk sebep ve prensipleri ve bununla bağlantıları içerisinde de evreni insanı anlamak ve anlatmak amacı güderler. Ne var ki bunlardan din, kaynağı bakımından ilahi, felsefe ise beşeridir. Dinde ortaya konan doğrular vahiy yoluyla Tanrı elçileri vasıtasıyla iletilmişken felsefede gerçeklere, ancak akıl ve akıl yürütme yoluyla ulaşılır. Yine dinde değişmeye kapalı bulunan temel prensip ve emirlere iman gerekirken, felsefede akıl yürütmeye dayalı ve soru sorma dinamizmi ile belirlenen beşeri bir çaba dikkati çekmektedir.
Görüldüğü üzere pekçok bakımdan benzer yöneliş ve görüşler içinde olan din ve felsefeyi yine de birbirleriyle karıştırmamak gerekir.
2.3.3. Sanat-Felsefe
Gerek sanatta gerekse felsefede, hayatı ve varlığı yeniden değerlendirme ve yorumlama özelliği dikkati çekmektedir. Her ikisi de dış olayların objektif gerçekliğini ferdi duyuş ve görüşlerle aşmak, insana has olan bir iç zenginliğini ifade etmek isterler. Çünkü, Demokritos'unda belirttiği gibi; "bütün insanlar için iyi ve doğru birbirine benzer. Zevkler ise herkese göre değişir."
Aristoteles'e göre ise sanattaki yaratma, düşünme ve eylemi yanında insanın bir başka ana davranışıdır. Sanat bir benzerini yapmadır. Sanat yapıtı bir öykünme ürünüdür. Amacı ahlaksaldır; duyulanımlardan arınmayı sağlamaktır. Bilimde olduğu gibi, sanat yapıtı da özel'de tümeli belirtmelidir. Aristoteles için sanat da bilgidir; dolayısıyla sanat da mutluluk kaynağıdır.
Sanat ve felsefeyi birbirinden ayıran kesin ve önemli çizgileri şu şekilde ifade edebiliriz; Sanatçı, sezgi ve coşkuyu kullanarak birden ve bir bütün halinde adeta varlığa katılırken, filozoflar kavramlar yolu ile kademeli olarak özlere yaklaşmak yada onları tasvir etmek isterler. Birinde hakim olan hayal gücü ve duygu, diğerinde yerini akıl ve mantık ilkelerine bırakır. Sanatçıyı ilgilendiren, güzeli bulmak, duymak ve yaşamak iken, filozof sadece hakikat ve doğru olanı aramak, ispatlamak ve kavramlarla ifade etmek amacındadır.
2.3.4. Politika-Felsefe
"Karar birimlerinin, felsefe, amaç ve tutumunun belirli şekilde ifadesi, diğer bir değişle, belirli bir felsefe veya amaç doğrultusunda hareket planı uygulaması" olarak tanımlanan politika, objektif olmak zorundadır. Sınırları çizer ve böylece sınırlar içindeki olaylar sözkonusu olunca ne gibi kararların alınacağını daha kolay bulur. Bu bağlamda alınacak kararları, yapılacak işleri yönlendiren ve düşünceleri etkileyen genel ifadeler olarak ele alabileceğimiz politika, yapılacak işlerin ve alınacak kararların çerçevesini belirlemektedir.
Kişinin ne yaptığı ile değil ne yapması gerektiği ile ilgili olan politika, amaçlar arasında bir tutarlılık bulunmasını güvenceye alır, kısa vadeli sorunları ve zorlukları çözmek için alınan aceleci kararları önlemeye çalışır. Görüldüğü gibi, felsefe ve politika içiçe girmiş kavramlardır. Gerçekten de bunu, Eflatun'un, devlet adamlarının filozof olmalarını istemesinde bulmaktayız. Şöyle ki "Filozoflar devletlerde kral olmadıkça, ya da şimdi kendilerine kral ve hükümdar adı verilenler gerçek ve ciddi filozoflar olmadıkça, aynı konuda politika gücü ile felsefe birleşmiş görülmedikçe, bir yandan da kati bir kanun tabii istidatları münhasıran birinden birine yönelenlerin hepsini işlerden uzaklaştırmadıkça, ne devletleri kasıp kavuran kötülüklerin, ne de hatta insan cinsinin kötülüklerinin bir sonu olmayacaktır. ........ İdeali bilmeyen devlet adamı bir yalancıdır". Buradaki yalan, Eflatun'a göre kesin bilmezlik anlamında kullanılmıştır.
2.4. Neden Felsefe ?
Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere felsefe sözü bize bilgeliğin incelenmesi'ni anlatmaktadır. Kaldı ki, bilgelikten de yalnız işlerimizde ölçülülük değil, fakat hayatımızı sevk ve idare için olduğu kadar sağlığımızı koruma ve bütün zanaatlerin icadı için de insanın bilebildiği bütün şeylerin tam bir bilgisi anlaşılır; bu bilginin böyle olması için de, onun ilk nedenlerden çıkarılmış olması gereklidir; böylece, bu bilgiyi edinme yolunu öğrenmek için-ki asıl felsefe budur-bu ilk nedenleri aramakla işe başlamak gerekir.
İşte felsefe, bütün diğer incelemeler gibi bilgiyi hedef edinir. Bunun istediği bilgi öyle bilgilerdir ki, ilimlerin toplu bütününe birlik ve sistem verir; ve kanaatlerimizin, batıl fikirlerimizin, inanışlarımızın esaslarının eleştirel bir surette tetkikinden çıkar. Fakat, felsefenin kendi meselelerine cevap vermek için teşebbüslerinde büyük ölçüde muvaffak olduğu iddia edilemez. Kaldı ki felsefenin değeri gerçekte asıl onun kesin olmamasında aranmalıdır. Felsefeden payı olmayan adam, ruhunda, derinlemesine düşünen aklının rızası olmadan yetişip büyüyen kanaatler, sağduyudan ve asrının, milletinin inanışlarından çıkan batıl itikatlar içinde kapalı olarak yaşar gider. Böyle bir adam için dünya belirli, sonlu ve açıktır; onun içinde hiç bir soru gerektirmez. Oysa tersine, felsefi düşünceye başlar başlamaz, temas ettiğimiz şeyler bile bizi ancak pek eksik cevaplar verilerek meselelere sürükler. Felsefe her ne kadar doğurduğu şüphelere verilecek doğru cevapların ne olduğunu kesin olarak bize söylemese bile, fikirlerimizi genişletecek ve o fikirleri örf ve adetlerin baskısından kurtaracak bir çok imkanları telkin edebilir. Böylece eşyanın ne oldukları hakkında kesin duygularımızı azaltırken, diğer taraftan da o eşyanın ne olabilecekleri hakkında bilgilerimizi pek ziyade çoğaltır. Kaldı ki felsefe yine Russel'in de belirttiği gibi, "Eğer arzu ettiğimiz gibi bir çok sorulara ondan beklediğimiz cevapları veremese bile hiç olmazsa aleme karşı olan ilgiyi çoğaltan sorular sormak kuvvetine sahiptir ve hatta gündelik hayatın en basit eşyasında hemen yüzeyin altında duran tuhaflıkları ve mucizeleri gösterir".
Bu bağlamda da felsefesiz yaşamak, açmaya çalışmadan gözü kapalı yaşamaktan başka birşey değildir; üstelik, gözümüzün görüp meydana çıkardığı bütün şeyleri görmenin ve bu vasıta ile renkler ile ışığın güzelliğini tatmanın verdiği zevk, asla felsefenin bulup meydana çıkardığı şeylerden edinilen bilginin verdiği neşe ile ölçülemez. Ahlakımızı düzenleme ve bu dünyada hayatımızı idare için felsefe öğrenmek, adımlarımıza öncülük için gözlerimizi kullanmaktan çok daha gereklidir.
Öte yandan, insanların sadece vücutlarını korumayı ön planda tutarak vücutlarını besleyici yiyecekleri aramakla meşkul olmaları, onları diğer canlılarla eşdeğerde tutmaktadır. Oysa, varlığının başlıca bölümü ruh olan insanların temel düşüncesi, ruhun gerçek gıdası olan hikmeti (bilgeliği) aramak olmalıdır. Ancak bu tarz bir davranış onun diğer canlılardan farklı olduğunun bir göstergesi olacaktır. Şu bir gerçektir ki, eğer bir çok kimse bilgeliği arama yolunda muvaffak olacaklarını ümid etselerdi ve ne dereceye kadar buna muktedir olacaklarını bilselerdi, şüphesiz kendilerini bu arayışa vermekten çekinmezlerdi. Çünkü şu mevcut olan dünya da bile ruhun hazzı, bedenin hazzı kadar önemlidir. Zaten felsefenin değeri de sadece bu ruhun hazları arasındadır. Yalnız bu hazza karşı ilgisiz olmayanlar, “neden felsefe?” sorusana karşılık, felsefenin bir vakit kaybetmekten ibaret olmadığına inanırlar.
O halde, felsefenin felsefe ile ilgili olanların dışında başkaları için de bir değeri varsa, o da, felsefeyle ilgilenenlerin hayatındaki etkiler dolayısıyla, doğrudan doğruya olmayan bir değerdir. Bu sebeple, eğer neden felsefenin değeri ya da bir diğer ifade ile neden felsefe? sorusuna bir yerde cevap aranacaksa, önce etkilerinde aranmalıdır.
Burada şunu da belirtmeliyiz ki, Epikuros'un da ifade ettiği gibi felsefe ile uğraşmaya, hiç çekinmeden, daha genç yaştayken girişmeli, ama ihtiyarlıkta da yorulup bırakmamalıdır. Çünkü can sağlığı uğrunda bir şeyler yapmak için hiç kimse ne çok genç ne de çok ihtiyardır. Felsefe ile uğraşmak için henüz çok erken, ya da çok geç olduğunu söyleyen, mutluluğu için uygun vaktin daha gelmemiş ya da geçmiş olduğunu söyleyene benzer. Şu halde ihtiyar da, genç de felsefe ile uğraşmalıdır; birincisi bunu geçmişin kendisine bağışladıklarını hatırlayarak bundan duyduğu zevkle genç kalmak, ikincisi de korkusuzca geleceğe bakmak, böylelikle aynı zamanda hem ihtiyar, hem genç olmak için yapmalıdır. Şüphesiz, mutluluk verecek şeyleri vaktinde öğrenmekte gerekir; çünkü her şeyimiz ondadır. Kim mutlu değilse onu elde etmek için her zahmete katlanmalıdır. Kaldı ki, Demokritos'un da ifade ettiği gibi nasıl ki tıp vücudun hastalıklarını iyi ederse, hikmet de ruhun kötülüklerini yok eder. O halde gerek ruhun gerekse vücudun hastalıklı olması halinde mutluluğa gölge düşüyorsa, bu gölgeyi kaldırabilmenin yolu da felsefeden geçer.

III. BİLGİ TEORİSİ
Bilgi teorisi, bilginin bilimidir. İngilizce de bilgi sözcüğüyle eşanlamlı olan Yunanca epistemoloji ya da İngilizce biliş sözcüğüyle eş anlamlı olan Yunanca gnoseoloji olarak da adlandırılan bilgi kuramı adından da anlaşılacağı gibi, bilgi kuramı hem bilişsel eylemler ve hem de bilişsel sonuçlar üzerinde durmaktadır.
Bilgi kuramı üç klasik problem üzerinde durur. Temel problemlerden birincisi “doğruluk” nedir. Bu doğruluğun özünün ne olduğu sorusuna karşılık gelir. Bilgi kuramının ikinci klasik problemi, bilginin kaynakları problemidir. Bu problemde bilginin, o gerçekliğe ilişkin tümüyle haklı kılınmış bir bilgi olacaksa eğer, neye dayanması gerektiği konusuyla ve böyle bir bilgiyle ulaşmak uğraşır.
Bilgi kuramının üçüncü klasik problemi bilginin sınırları problemidir. Bu problem bizden neyin bilginin konusu olabileceğini yanıtlamaya çalışır. Şimdi bilgi kuramının çözmeye çalıştığı sorunları ayrıntılı olarak ele alalım.
3.1. Bilginin İmkanı
Bilgi teorisinin ilk sorusu bilginin mümkün olup olmadığı sorusudur. Bu soruya olumlu cevap verenler genellikle felsefe tarihinde ‘ dogmatik filozoflar’ olarak kabul edilir. Buradaki “dogmatik” kelimesi bir inancı körü körüne savunan , önyargılı bir insanın zihin tavrını ifade eden anlamdan farklı şekilde kullanılmıştır. Bilginin mümkün olmadığını düşünürlere de felsefe tarihinde ‘şüpheciler’ veya ‘septikler’ denir. Bu çeşit bilgi görüşünü savunmanın felsefi adı ise ‘Şüphecilik' veya ‘Septisizm zorunlu olan yöntemlerle' dir. Felsefi manada şüphecilik Kant’ın ifadesine göre gündelik, teknik olmayan anlamından farklı olarak ‘özel nedenlerden hareketle diğerlerinin bilgi diye kabul ettiği şeylerin geçerliliğinden ve kesinliğinden şüphe duyan ‘kişinin temsil ettiği akıma denir. Şüpheci bir filozof, dogmatik bir filozofun bilgi iddialarını, bu iddialarının temelinde bulunan dayanak ve ölçütlerini çürütmek suretiyle reddetmeye çalışır.
3.2. Bilginin Kaynağı
Bilgi teorisinin veya bilgi felsefesinin ikinci bir problemi , bilgi kaynağı ve araçları sorunudur. Acaba bilginin ortaya çıkarılmasında genel olarak zihnin payı mı daha önemli yoksa zihnin dışardan çevreden aldıkları mı ? İnsanlar bilimi iki şekilde kazanırlar. Birinci olarak akıl ve düşünme yeteneği ; ikinci olarak duyuları algılama, gözlemleme yeteneğidir. Bu arada bilginin elde edilmesinde bu yoların haricinde bir üçüncü yolun olduğu felsefe tarihçileri tarafından ileri sürülen sezgi yolu olduğu ifade edilmektedir. Sezgicilere göre sezgi, insanı “doğrudan bir seziş ve araçsız bir kavrayış” la eşyanın bilgisine vakıf kılan üstün bir yetidir. Felsefe tarihinde Yunan dünyasında Plotionos, İslam dünyasında İmamı Gazali ve diğer İslam mistikleri veya tasavvufçuları, çağdaş Batı felsefesinde Bergson, sezgiciliğin önemli temsilcileri arasındandır.
Sonuç olarak demekti bilginin kaynağı veya araçları probleminde başlıca görüşler deneyci ve akılcı pozisyonlar, bu iki pozisyonu birbirleriyle birleştirmeye çalışan sentezci pozisyonlar ile bu pozisyonları reddeden ve bilgide sezginin rolünü ön plana çıkaran görüşlerdir.
3.2.1. Deneycilik (Ampirizm )
Klasik bir deneyci filozof örneği Locke’dür. (1632 1704) Locke’a göre insan zihninde doğuştan gelen hiçbir bilgi mevcut değildir ve her türlü bilginin kaynağı ve aracı deneydir. Felsefe dilinde kaynağı deney olan bu tür bilgilere a posteriori bilgiler denir. Esas olarak bilginin özelliğini ve kaynağına ilişkin felsefe problemine ayırdığı ünlü “İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme “ adlı kitabında Locke zihni, deneyden önce içinde ve üzerinde hiçbir şey bulunmayan beyaz bir kağıda veya levhaya benzetmektedir.
3.2.2. Akılcılık(Rasyonalizm )
Bilginin duyu verilerine dayalı deneylerden kaynaklandığını ileri süren deneycilik akımının karşıtı bir felsefi akımdır. Dünyanın mantıklı ve rasyonel bir düzen içeren bir bütün olduğu ve yapısının doğrudan kavranabilir olduğu görüşüne dayanır. Temel ilham kaynağı matematiktir. Temel bazı bilgilerimizin kaynağı a priori veya deney öncesi akli sezgilerdir. Bilgi, bu sezgilerin zihin tarafından kavranmasıyla ortaya çıkar. İnsanın düşünme yoluyla kavradıkları duyu verilerini aşan tümellerdir. Her tümel (.................... .............) bir soyutlamadır. Matematik ve mantığın tümüyle başka pek çok alanın bazı bölümleri bu tür bilginin kapsamına girer. A priori bilgi hem zorunlu (başka yoldan elde edilmesi imkansız) hem de evrenseldir. Ahlak ve din alanında da insanın düşünme yeteneği kaynak kabul edilir. Modern rasyonalizmin ilk ve önemli temsilcisi Rene Descartes’tir. Descartes’in amacı felsefede matematik kesinliğe ulaşmaktı. Çıkış noktası, hiç şüphe götürmez kesinlikte olan sonuca varıncaya kadar herşeyden şüphe etmekti. Spinoza ve Leibnitz temel çizgileriyle Descartes’in yöntemini benimsediler, ancak çıkış noktalarında ondan ayrıldılar.
Alman filozof Leibnitz (1646-1716) görüşlerini şu ünlü cümlesi ile açıklar: “Gerçekten de zihinde deneyden gelmeyen hiçbir şey yoktur, yalnız zihnin kendisi müstesna! “ Yani Leibnitz, zihnin tek bilgi kaynağı olduğunu iddia etmemektedir. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi filozoflar bilginin kaynağını akıla dayandırmışlardır. Aristoteles’e göre bilgi duyumla başlar, ancak duyum değildir. Bilgide duyumun yanında başka bir öğenin, aklın işine karışması siz konusu olmazsa asla bilim (veya felsefe ) meydana gelmez. Aristoteles ılımlı bir akılcı filozoftur. Platon daha da ileri giderek “içine duyumun karıştığı bir bilgi, bilgi değildir” der. Yalnız başına akıl bilginin kaynağıdır. Yalnız akılla bilimsel veya felsefi bilginin standartlarına ulaşılabilir. Duyum akla yardımcı olmak şöyle dursun ona bir engeldir. Descartes’a göre her türlü doğru bilginin örneği matematiktir.
Akılcı filozoflara göre örneğin “ her olayın bir nedeni olduğunu “ söyleyen önerme, deneyle elde edilmiş olamaz; çünkü biz her olayın bir nedeni olduğunu hiçbir zaman göremeyiz o halde nedensellik ilkesinin bilgisinin kaynağı akıldır.
3.2.3. Eleştiri Felsefesi
Kant’ta göre bilginin meydana gelmesi için hem deney hem de zihnin gerekli olduğunu ileri sürüyor. Kant’ın bilginin yapısı ve kaynağı konusundaki görüşleri deneycilik ve akılcılığın sentezi şeklindedir. Kant’ın ünlü deyişiyle , “görüsüz( yani deneysiz ) kavramlar boş, kavramsız ( yani aklın kalıpları olmaksızın ) görüler kör dür”. Birincinin örneği klasik metafizik , ikincinin örneği hayvanların deneyleridir. Metafizik bir bilim olmadığı gibi hayvanların deneyleri de bilim değildir.
3.2.4. Sezgicilik
Gazali, içinde bulunduğu şüphe krizinden ’ın, ruhuna attığını söylediği bir ışıkla çıktığını söylerken ne duyusal , ne akılsal olmayan bilgi kaynağına işaret etmektedir. Sezgici düşünürler arasında , sezginin ne tür bir şey olduğunu ilişkin tam olarak teşekkül etmiş veya oturmuş bir görüş mevcut değildir. Ama yine de hepsi insanda duyular ve akıldan farklı ve onlardan üstün olan ve insanın bilmek istediği bir şeyi doğrudan doğruya, araçsız bir kavrayışla üzerinde herhangi bir akıl yürütme olmaksızın veya kanıt getirmeden bilmesini mümkün kılan bir yeti olduğuna inanırlar. Sezginin en büyük özelliği ifade edilemez ve başkasına iletilemez olmasıdır. Eğer sezgi başkasına iletilebilirse o zaman da veya sezgiye dayanan bilgi olmaktan çıkar.
3.3. Bilginin Ölçütü veya Standartları
Bilgi teorisi problemlerinden bir diğeri, bilginin veya doğru bilginin veya daha basit olarak doğrunun ölçütleri veya standartlarının ne olduğu sorunudur. Yani doğru bilginin doğru olduğunu hangi kıstasa göre değerlendireceğiz. En yaygın olan görüşe göre doğru, düşüncenin gerçekle uyuşmasından ibarettir. Eğer bir nesne hakkında oluşturulan görüş nesnenin kendisine uyuyorsa doğru, ona uymuyorsa yanlıştır. Buna doğru hakkında “uyuşma kuramı” (correspondence) adı verilir.
Doğruyu ölçme ile ilgili bir başka kuram ortaya çıkmıştır. Bilgi ile nesne arasında bir uyuşma değil bir tasarım ile bir başka tasarım , bir bilgi ile bir başka bilgi arasındaki uyuşma sözkonusu olduğu için bu kurama “ tutarlılık (coherence) kuramı “ adı verilir. Doğruyu, zihindeki tasarımın dış dünyada bulunan nesneye veya olguya uyması olarak değil de yine zihindeki bir başka tasarıma, bu tasarımdan önce gelen ve daha asli olan bir tasarıma uyması , onunla uyuşması olarak tanımlanmaktadır.
Pragmatist denilen filozoflar doğruyu bir başka şekilde tanımlamaya çalışmışlardır. Doğru, pragmatik olarak işe yarayan, pragmatik olarak doğrulanabilendir. Burada “pragmatik” kelimesinin anlamı farklı pragmatik filozoflar tarafından farklı şekillerde ele almışlardır. Pragmatist filozof W.James’e göre doğru, bizim için yararlı faydalı olandır. Diğer pragmatist filozof J.Dewey ise problemlerimizin çözümünde bir araç rolünü oynayabilen şey olarak tanımlamaktadır. Felsefe açısından önem taşıyan ve sık sık birbirine karıştırılan iki kavram üzerinde duralım.
3.3.1. Doğruluk -Gerçeklik
Doğruluk zihinle, zihinde bulunan veya zihnin ürettiği bir şeyle, teknik bir deyişle “önerme” ile ilgilidir. Bu önerme doğru veya yanlış olabilir. Buna mukabil gerçeklik veya gerçek - olmama, önermenin konusu olan şeyle özneye göre “ dıştan “ olan şeyle ilgilidir. Örneğin “ yağmurun yağması” bir gerçektir. Ama dışarıda yağmur yağdığını ifade etmemiz “doğru “ dur. ( Eğer dışarıda yağmur yağmıyorsa “ yanlış” tır.)
3.3.2. Doğruluk - Anlamlılık
Anlamla ilgili olarak herkes tarafından kabul edilen bir ölçüt vardır. Bir dilin sözdizim kurallarına uygun olmayan bir biçimde düzenlenen bir önermenin anlamlı olmasının asla mümkün olmadığıdır. Çünkü insanlar arasında anlaşma, yani birbirlerini anlama aracı dillerdir. Her dil de ancak gramer, sözdizim kurallarına uygun olarak cümleler veya beyanlar oluşturulduğunda anlam ortaya çıkar. Örneğin “ ben dün senden bir elma vereceğim” cümlesi anlamsızdır. Buna karşı şöyle bir cümle anlamlı olup , ne doğru ne de yanlıştır. “ Dünyayı zaman zaman uzaydan gelen varlıklar ziyaret etmektedir. “ Bu cümlenin anlamı açık ve bellidir; ama ne doğru olduğu ne de yanlış olduğu söylenebilir.
3.4. Bilginin Alanı, Kapsamı, Sınırları
Bilgi teorisinin bir diğer problemi de bilginin kapsamı ve sınırları sorunudur. Bu sorun daha önce ifade edilen sorunların devamıdır. Bilginin kaynağını akıl ve duyu organları olduğunu ifade eden filozoflar için bilginin alanı, ancak duyular veya algılarımızla kavrayabileceğimiz alanla sınırlıdır. Buna karşılık bazı filozoflar duyusal olmayan duyularla kavranılmayan bir alanın varlığını ve bilgisini kabul etmektedir. Klasik anlamda filozoflar, insan bilgisine sınırlar konulmasına karşı çıkarlar. Nitekim bu anlamda bir Platon, bir Aristoteles, bir Farabi, bir Hegel‘e göre insan bilgisinin sınırları yoktur. Doğal veya fiziksel dünyayı ve olayları aşan konularda da bilgi elde etmek mümkündür. Kısaca tek cümleyle söylemek istersek metafizik mümkündür.

IV. BİLİM FELSEFESİ
4.1. Bilim Ve Bilim Felsefesi Nedir?
Bilim, bilimsel sonuç veya ürün olarak , “herhangi bir şekilde düzenlenmiş (organize edilmiş) doğru bilgiler bütünü” şeklinde tanımlanabilir. Bilim bir araştırma biçimi veya yöntem olarak ise bir takım özel zihinsel ve uygulamaya yönelik işlemlerin bütünüdür. Bilimi bilim yapan şeyin, bilimsel sonuçlara ulaşmaktan çok, dünyaya bilimsel olarak yaklaşmaktan onu bilimsel metodlarla araştırmaktan geçtiğini gösterir.
Bilim felsefesi, bilimi anlamaya çalışmak olarak ifade edilir. Bilim felsefesinin asıl amacı; bilimin mantıksal çözümlemeye elverişli yapısını ve işleyişini açıklamak olabilir. Bilim felsefesi şu sorulara cevap aramaya çalışır. Bilimsel düşünce nasıl bir düşüncedir? Bilimsel yaklaşım, bilimsel yöntem ve bilimsel sonuç nedir? Bilimsel düşüncenin veya yöntemin yapısı işlevi nasıldır? Bilimsel sonuçların özelliği ve bilimsel yasa nedir? Bilimi diğer insani etkinlik alanlarından ayıran özellikleri nelerdir? Bilimin değeri nedir? Bilim adamları bu tür sorular üzerinde düşünmeye ve onları cevaplandırmaya başladığı andan itibaren artık bilim adamı gibi iş görmeye başlar çünkü bu soruları cevaplandırırken kullandığı yöntem dar anlamda bilimsel yöntem değildir; bu yöntem felsefecinin kullandığı düşünce yöntemidir.
Bilim felsefesi ile bilimsel felsefe farklı anlama gelmektedir. Bilim felsefesi felsefenin düşünme ve çözümleme yönteminden istifade ile bilimin kavramsal yapı ve işleyişini anlamaya çalışırken; bilimsel felsefe, felsefeyi ölçülü bir disiplin haline getirmeye çalışmaktadır.
Bilim ve felsefe arasındaki ilişki ele alındığında ortak nokta olarak kainat, dünya ve insan yaşantısının kavranması alınacaktır. Ancak yöntem yönünden bilim ve felsefenin farklı oldukları vurgulanmalıdır. Bilim olgulardan hareketle elde ettiği sonuçları temellendirmeye çalışırken, felsefe ise insan yaşantısından hareket ederek ulaştığı sonuçları temellendirme gayreti içindedir. Felsefe yanlızca bilim felsefesi değildir. Felsefe ya konusu bilimsel önermeler olan bir bilim felsefesi olabilir veya o hiçbir şey olmaz.
4.2. Bilimin Özellikleri
Bilimsel bilginin veya bilimin en önemli bir özelliği, onun ilerleyici (progressive) olmasıdır. Yani bilimin örneğin tıp’ın elli yıl önce olduğundan daha ileri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bilimin kümülatif özelliğe sahip olması yani tarih boyunca birikmiş ve artmış olmasıdır. Diğer bir özelliği de bilimsel bilgiler herkese açık ve toplumsaldır.
Bilimsel bilgi nesnelliğe sahiptir. Şüphesiz bilimsel bilgiyi üreten insandır. Ama bu bilginin özelliği ,onun insandan bağımsız veya bütün insanlar için ortak, nesnel bir alana ait olmasıdır.
Bilim dinamik bir yapıya sahiptir. Yani sürekli değişme gelişme ilerleme halindedir. Hiçbir zaman statik değildir; bilimsel bilgilerin zaman içinde değişebilme özelliği vardır. Bilimsel kuramları sınama, ifadelerini düzeltme ve onları birbirleriyle ilişki içine sokma faaliyetinin sonu yoktur.
Bilimsel bilgiler birbirleriyle tutarlıdır ve mantıksal bir ilişki içindedir. Bir başka özelliği de bilimsel bilgiye veya bilime dayanarak öndeyilerde ( prediction) bulunmak mümkündür. Doğa bilimlerinde öndeyide bulunma şansı veya yüzdesi çok yüksektir. Buna mukabil sosyal bilimlerde öndeyide bulunmak zordur.
4.3. Bilim Türleri
Bilimi, formel bilim ve deneysel bilim olarak iki kısma ayrılır. Düşüncenin formu ile ilgilenen bir araştırma türünün hakim olduğu mantık ve matematik gibi disiplinlere formel bilim, fizik, kimya ve psikoloji gibi disiplinlere ise deneysel bilim adı verilmektedir. Formel bilimci, yani bir matematikçi önermelerin olgularla uyuşup uyuşmadığı ile ilgilenmez o sadece önermelerin birbirleriyle olan bağlantısı yani mantıksal bağlantı üzerinde durur. Örneğin A, B’dir ve B ,C’dir diye iki önerme verilmiş olduğunu varsayalım. Buradan da yine zorunlu olarak A’nın C olduğu ortaya çıkar.
Deneysel bilimler özellikle doğa bilimleri de tümdengelimlerde bulunurlar. Doğa bilimlerinde formel bilimlerdekinden farklı bir başka akıl yürütme tarzı daha kullanır. Doğa bilimleri önce kendisine ulaşacağı bir takım genel önermeler ister. Deneysel bilimlerin yönteminin başlıca adımları, hipotez, gözlem yapılması, varsayımın oluşturulması, bu hipotezin sınanması , böylece bir yasaya veya yasa şeklinde bir sonuca ulaşılması olarak sıralanabilir.
4.4. Bilim Anlayışları
Sosyal bilimler felsefesi içindeki en önemli tartışmalardan biri doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin metodolojik birliği ile ilgilidir. Ama bu tartışma pozitivist bilim anlayışı çerçevesinde yapılmıştır. Oysa bilimde başka anlayışlarda vardır. Şimdi doğa bilimlerine ilişkin üç farklı yaklaşım olan pozitivizm, realizm ve konvensiyonolizm üzerinde kısaca duralım.
4.4.1. Pozitivist Bilim Felsefesi
Pozitivist için bilim dışsal dünyaya ilişkin kestirmeci (predictive) ve açıklayıcı bilgi elde etme girişimidir. Bunu yapmak için , dışsal dünyada bulunan düzenli ilişkileri ifade eden oldukça genel önermelerden oluşan teoriler inşa edilmelidir. Bu genel önermeler ve yasalar, sistemdeki gözlem ve deney yoluyla keşfettiğimiz olayları hem kestirmemize hem de açıklamamıza imkan verirler. Oluşturulan önermelerin doğruluğu gözlem ve deney araçlarıyla objektif olarak test edilmelidir. Gözlem ve deney emin ve kesin ampirik bilginin tek kaynağıdır. Pozitivist anlayışa göre doğada zorunlu bağlantılar yoktur; var olan sadece bilimsel teorilerin evrensel yasalarında sistematik olarak gösterilebilecek olan olayların birbirini izleyişi, düzenlilikleridir. Bunun ötesine gidecek olan her girişim bilimi, en iyi haliyle bilimsellik dışı, en kötü haliyle anlamsızlık olan metafizik ve dinin gerçekleşmesi olanaksız iddiaların tuzağına düşürür.
Pozitivist bilim felsefesi 18 yy. başlarında Hume ve Berkeley’in çalışmalarıyla gelişme göstermiş doğadaki nedensel zorunluluk reddedilmekte, nedensellik ve açıklamanın yerine düzenlilik savunulmakta ve gözlenemeyen şeylere ait tüm kavramlar reddedilmektedir.
4.4.2. Realist Bilim Felsefesi
Realistler pozitif bilim anlayışında olduğu gibi bilimin empirik - temelli, rasyonel ve objektif bir girişim olduğunu kabul ederler. Realistlerin paylaştığı diğer bir anlayış da bilimin amacının doğaya ilişkin doğru bir açıklama ve kestirimci bilgi sağlama olduğudur. Ama pozitivistin tersine, realist için açıklama ve kestirim arasında önemli bir fark vardır. Realist için bilimin birincil görevi, olaylara açıklama getirmesidir. Olayların altında yatan yapıların ve mekanizmaların bilgisini elde ederek olaylar arasındaki zorunlu bağlantıları keşfetmektir.
Realist bilim anlayışının en iyi açıklaması; niçin sorusuna verilen cevapların (ya da nedensel açıklama taleplerinin) nasıl ve ne sorularında cevap verilmesini gerektirdiği iddiası ile özetlenebilir. Diyelim ki iki olay var biri “ kibrit çakmak” diğeri de “kibrit yakmak” Bura da kibriti çakmanın sonucu kibritin yanmasına neden olmaktadır. Her zaman ilk olay olursa her zaman arkasından ikinci olayın olacağını pek rahatlıkla iddia edemeyiz. Çünkü bu düzenlilik (kibritin çakılması ve kibritin yanması düzenliliği ) diğer bir takım şartların varlığını gerektirir. Kibritin başı ile kibrit kutusunun yüzeyinin kimyasal yapısı, kibriti çakan gücün derecesi, atmosferdeki oksijen miktarı vs. şartlar kibritin yanmasının nedenlerinden sadece biridir.
Realist bilim anlayışına göre bilim teorileri, gözlenebilen olayların ve bunlar arasında var olan ilişkilerin nedensel açıklamasını yapmayı mümkün kılmaktır. Realist yaklaşım sistematik olarak Aristoteles tarafından ileri sürülmüş çeşitli ortaçağ filozofları tarafından da geliştirilmiştir.
4.4.3. Konvensiyonalist Bilim Felsefesi
Konvensiyonalist olarak adlandırılan bilim felsefecileri ise realist ve pozitivistlerin paylaştıkları noktaları reddeder. Ancak bunların reddediş sebepleri farklıdır. Gözlemin tek başına teorinin doğru veya yanlışlığını belirleyemeyeceğini, teori ile gözlem arasında işe yarar bir farklılaştırma yapılamayacağını ileri sürerler. Ayrıca farklı teorik çerçeveler arasından rasyonel bir seçim yapmak için kullanılabilecek evrensel ölçülerin bulunmadığını böyle bir seçimde ahlaki, estetik veya araçsal değerlerin belirleyici bir rol oynayacağını ileri sürerler. Hatta teorik inanç ve kavramlardan bağımsız bir dışsal gerçekliğin olduğu fikrini de reddederler.
Konvensiyonalist bilim felsefecilerinin ileri sürdüğü düşünceler özellikle astronomide görülmektedir. Astronomik bir teorinin konusunun “görüntüler” olduğu ileri sürülmüştür. Bu teorinin gök cisimlerinin gözlenen hareketlerine ilişkin yararlı ve doğru kestirimler yapmamızı sağlayacak bir hesaplama aleti olması gerektiğine inanmışlardır.



V. BİLİM VE DİN
Bilim ile din arasındaki ilişkinin genellikle çatışma biçiminde olduğu algılanır. Bilim genel anlamda kainatta varolan düzenin kanunların ilişkilerin insan muhakemesi süzgecinden geçirilerek ortaya konulmasıdır. Ortaya çıkarılmasına dahi kainatta bir bilimsel düzenlilik vardır ve işlemeye devam etmektedir.
Günümüzde seslendirilen yaygın diğer bir kanı ise bilimin sekülerleşmesine yöneliktir. Bilimde dünyevileşme olarak adlandırdığımız bu inanış, bilgi kaynakları içinde yer alan her türlü kutsal değerleri gözardı edip sadece gözlem ve duyulara dayalı bir bilgi anlayışı geliştirmeye çalışmaktadır.
5.1. Bilim Din İlişkisinin Tarihsel Görüntüsü
Eski medeniyetlerde çoğunlukla bilim adamıyla din adamının aynı kişi olduğu görülmektedir. İnsanoğlunda doğduğu andan itibaren etrafını tanıma ve anlama eğilimi mevcuttur. Ancak insanın hem kendini hem de kendi dışındaki alemi tanıması içinde bulunduğu topluluk çerçevesinde farklı boyutlar aldığı görülür. İnsan kendini ve evreni tanıma noktasında konumunu tanımlamaya çalışmakta, evren nedir insan nedir nasıl var olmuştur vb. sorulara cevap aramaktadır.
İnsanın bu sorulara cevap bulma ve bu şekilde evreni anlama ve tanıma çabasını bilim olarak tanımladığımızda bu işlevleri yerine getirenlerin çoğunlukla din adamı olduğu görülmektedir. Eski Mısır, Babil, Hint vb. medeniyetlerde bunu görmek mümkündür. Bu din ve aynı zamanda bilim adamları evreni inandıkları bir tanrının eseri olarak gö8rüyorlardı. Onları harekete geçiren ve motive eden temel neden bu evrenin bir nedeni ve yaratıcısı olması gerektiğine dair bir nedendi. Evrenin sahip olduğu düzen ve intizam ile evrenin yaratıcısına ulatmak mümkün görünüyordu.
Ünlü bilgin Newton ise ortaya attığı tezde bilimin ortaya çıkmasının arkasındaki asıl nedeni tek bir tanrıya inançta görüyordu. Bu inanç bilim adamının evrensel çabasının motivasyonu ve meşruiyetini oluşturmaktadır. Evrenin yaratılması ve işleyişinde düzensizliğin olmadığı savından hareketle evrenin bilgisi ve bu bilgilerin formüle edilmesi mümkün görülmektedir. Çok tanrılı dine inanan kavimler ise evrende bir düzen ve bu düzenin bir sahibi olduğuna inanmamaları sonucu bilime ilgisiz kaldıkları iddia edilmektedir. Tek tanrılı dine inananların geliştirdikleri en büyük iki bilim dalı olarak astronomi ve kimya gösterilmektedir. Eski topluluklarda din ve bilim adamının tek kişide özdeşleşmesi sonucu da eski Yunanlıların Mısır’a astronomi ve felsefe öğrenmeye gittiklerinde doğruca tapınaklara gittikleri gözlenmektedir.
Modern zamanda bilim din çatışması anlamsız olarak nitelenmektedir. Yeni bilim felsefesi pozitivist bilim felsefesinden tamamen ayrılmaktadır. Bu anlayışın özellikle 1960 yılından itibaren gelişmeye başlayan biliminin buluş işleyiş ve gelişmesi klasik pozitivist bilim anlayışını da etkilemiştir.
Bu yeni anlayışa göre bilim belli bir dünya görüşü belli bir teori veya Kuhn un ifadesiyle paradigma içerisinde oluşur ve gelişir. Daha doğrusu bilimi geliştiren böyle bir paradigmadır. Bilgi sosyolojisinin ortaya koyduğu gibi bilim ve bilimsel çalışmalar belli bir sosyal ilişkiler paradigma çerçevesinde oluşur.
5.1.1. İslamiyette Din- Bilim İlişkisi
Müslüman bilim adamları bilimsel çalışmalarının dinin dışında veya dini olmayan bir çalışma olarak görmemişlerdir. Diğer bir ifade ile din başka bilim başka gibi bir ikici düalist bir felsefeye sahip olmamışlardır. Bilimi ve bilimsel faaliyetleri ’ın yarattığı alemi anlamanın ve tanımanın bir parçası olarak görmüşlerdir. Hatta bu bilimsel faaliyetler ibadet mantığı içerisinde değerlendirilmiştir.
İslam’ın öğretilerini taşıyan Kuran bir felsefe ve veya bilim kitabı değildir. Ancak böyle anlayışları geliştirmek için gereken temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Müslümanlıkta esas olan Kur’anı bir bütün halinde temel almak ve oradan hareketle diğer bilimlerin ışığında bir anlayış geliştirmektedir.
Kur’an açısından en genel anlamda insan bilgisine konu olan sorunlar iki tanedir. Bunlar;
- Deney ve gözlem konusu olabilecek konular ki, bunların incelenmesi ve araştırılması ile ortaya konulabilecek bilgi “tecrübi bilgi”dir.
- Deney ve gözlemi aşan konulardaki bilginin elde edilmesi ise gaybın bilinmesinin kapsar ve “hikmet bilgisi çerçevesinde oluşur. İslam’ın felsefe anlayışı hikmet bilgisini elde etmeyi hedefleyen bir disiplin olarak ortaya çıkar. Hikmet bilgisi ise kalp ile aklı dengeli ve uyumlu bir şekilde birleştiren bir disiplindir.
5.1.2. Hristiyanlıkta Din bilim İlişkisi
Avrupalıların Orta Çağda müslümanlardan bilim öğrenmeye geldiklerinde bunların büyük çoğunluğunun din adamı olduğu görülür. Ancak daha sonra Hristiyanlığın kendi içende geçirdiği gelişim sonucu kilise bilim kontrolü altına almıştır. Hristiyanlık ile gelişen bilim arasında ortaya çıkan tezatlar kilisenin kendi dogmalarına bağlı kalmaya zorlamış buna muhalefeti şiddetle cezalandırmıştır. Bu bağlamda kurulan engizisyon mahkemeleri bilim özgürlük ve hür düşüncenin en büyük yok edicisi olarak tarihe geçmiştir. Daha sonraki bilim adamları bilimsel çabalarını ve bilim kiliseden uzak tuttuklarını kişisel olarak tanrıya inanmaya devam ettiklerini belirtmekte fayda vardır. Böyle bir inanç olmadan bilim adamlarının o sonsuz ve yorucu çalışmalarını açıklamak gerçekten güç olurdu.
Avrupalı düşünürler bilimin temelinde yer alan akılcılık ve nedensellik ilkesinin din ile çatıştığı görüşünden harekete ederek bilimde din kavramını 19. yy. dan itibaren aradan çıkarttıkları görülür. Aynı şekilde 19. yy.da İslam toplumundaki düşünürler din ile bilimin çatıştığından hareket ederek geri kalmışlıktan ancak, eğitim ve bilim ile aşılabileceğine inandılar. Avrupa’da dinin gelişmeye engel olduğunu iddia eden bilim çevreleri tanrı kavramından uzaklaşarak insan merkezli bir din (deizm) kurma yoluna gittiler.
5.2. Bilim ve pozitivizm
Bilimin kavrayış ve ifade kapsamının önemli felsefi akımlarından biri olan pozitivizm ile iyice sınırlandığını görüyoruz. Pozitivizmin kurucularından A. Comte’nin pozitivizminde, doğrudan deneyle sağlanamayan bilgi metafizik veya teolojiktir. Duyularla algılanamayan hiçbin şey bilgi ve tecrübe konusu olamaz. Varlık aleminde psikolojiye yer yoktur. ve psikoloji biyoloji ile açıklanır demek suretiyle bilimin sınırlarını çizmiştir.
Bilim mekanın belli bir kesiti üzerinde ve teknik imkanların desteğiyle zamanın belli bir kesitinde tespitlerde bulunabilir. Yine bilim bulgulara dayanarak varlığa ilişkin bir başlangıç-bitiş teorisi üretebilir. ancak, başlangıcın öncesi ve sonrasına ilişkin bilimin ortaya koyabileceği hiçbir ey yoktur. Bilimin kaynağı din olduğu yerde bilim ile çelişmeyen din pozitivizm ile çatıştırılmış ve kainata ilişkin kavrayışların çok fazla sınırlanmasına neden olmuştur. Bilimin tespitlerine itiraz etek bir yana ışık ve çerçeve kazandıran hatta bilimin yer yer bizzat kaynağı olan din bilimin ulaşamadığı alanlarda mutlak gerçekliğin zaman ve mekan içi ve dışı boyutlarını tanımlamıştır.
5.3. Yeni Bilim Felsefesi Anlayışı
Pozitivist felsefe anlayışı günümüze yansımasının yanısıra bunun eleştirisini de getirmiştir. Bu felsefe anlayışının başta bilim din olmak üzere tüm temel tezleri ciddi biçimde eleştirildi. Din ile bilim arasında daha çoğulcu ve daha hoşgörülü ve birbirinin sınırlılıklarının bilerek birbirini yok etmeye çalışmadan beraber yatama gündeme geldi.
17. yy. dan beri etkisini hissettiren anlayışa göre bilim, toplum üstü, kültürler üstü, insanlar üstü bir kavramdır. Bu anlayış ile hareket eden bilim doğayı insanı bireyi ve toplumu inceleyip kesin yasalar ortaya koyan bir çabadır. Bilim adamaları insan üstü varlıklarıdır, ileri sürdükleri hep doğrudur, anlayışı egemen olmuştur.
Günümüzde bu anlayışın yerini daha mütevazi sınırlarını bilen bir anlayışa terketmiş gibi görünüyor. Özellikle İslam dünyasında tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirilmeye çalışılıyor. Bilimin temel ölçütü olan akıl ve doğrulanabilirlik temel alınmakla birlikte manevi ve metafizik değerlerin reddedilmediği bir yaklaşımla anlamaya çalışmaktadır.
Bir bilim adamını objektif bir bütün olarak anlamanın yolu görüşlerini bir bütün olarak ve yetiştiği ortamdan kopartmadan anlamaya çalışmaktır. Bir filozofun yetiştiği ortama zemin hazırlayan arkaplan ve kültürel değerlerde gözönüne alınmalıdır.
5.4. Postmodern Anlamda Bilim-Din İlişkisi
Modern zamanlarda hakim bilim anlayışı pozitivist felsefenin tekeli altındaydı. Pozitivizmin dışında kalan herşey bilim dışı saçma ve değersiz bulunuyordu. Bilimsel bilginin dışında kalan (bunun içine din de dahil edilmiştir.) tüm yöntemler ve gerçeklikle ilgili açıklamalar bilim dışı kabul edilmişti. Evrenin anlaşılıp yorumlanması ise deney ve gözlemi içeren bilimsel yöntem ile mümkündü.
Ancak postmodern anlamda din bilim ilişkisi daha farklı yorumlanmaya başlanmıştır. Pozitivist bilgi anlayışı değişmiş bilgi ve toplumsal hayat hakkında bir görüş elde edilecekse teknik yeterlilikten daha fazlasının gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Postmodernistler bilginin keşfi ile ilgili eski görüşün temelinin kazanırlar. Buna göre bilgi de hakikat önemlidir. Postmodern görüşte sorgulanan elettirilen ve yeniden yorumlanan bilimin kendisinden ziyade pozitivist yorumu olmuştur.
Postmodern dönem olarak adlandırılan içinde bulunduğumuz zamanda son üç asırdır hakim olan bütün değerler ve kurumlar bilim felsefe sanat din mitoloji vb. yeniden sorgulanmakta ve adeta yeniden adlandırılmakta daha doğrusu yeniden keşfedilmeye çalışılmaktadır. Şimdiye kadar kendine savunma hakkı bile verilmeyen disiplinlere hoşgörü ile bakılmaktadır. Bu anlamda din bilim ilişkisi post modern bağlamda yeniden yorumlanmaktadır. Modern insan dini değerleri yeniden keşfetmiş ve dini değerler yeniden yükselmeye başlamıştır. Dini değerlerin insanları motive eden ve harekete geçiren merkezi bir güç olduğu kanısı kuvvetlenmiştir.
Evreni ve gerçekleri anlamada bilim nasıl bir yol ise din de bu gerçekleri aramanın bir yolu hatta daha kapsamlısı olarak görülmektedir. Bilim ile din arasındaki bir çatışma olmadığı gibi kullandıkları yollar ve yöntemler açısından bir işbirliğinin olduğu dahi söylenebilir.
Pozitivist felsefe ve bilim anlayışı ile modern zamanda bilim-din ayrımı söz konusu olmuştu. Ancak zamanla bu anlayış değişmiştir. Pozitivistlerin bilimsel bilginin kendini hakikate adamanın tek geçerli yolu olduğuna dair tezleri büyük eleştiriye uğramış, bunun yerine tekçi olmayan yeni bilim anlayışları geliştirilmeye başlanmıştır.
5.5. Batı’da Bilim-Felsefe ve Din Arasındaki İlişkiler
Batı dünyasında bilim, felsefe ve din arasındaki ilişkiler bütününe göz atarsak bu üç alanında ortak bir temelden yoksun olduklarını görürüz. Özellikle burjuva değerler sisteminin Batı’da hakim olmasından sonra bilimle dinin yüzyüze gelebilecekleri tek alan olan metafiziki öğreti ve marifet tümden unutulmuştur. Felsefe ya bilime teslim olmuş, ya da ona büsbütün karşı çıkmıştır.
Bilim-felsefe-din ilişkisinde Batı’da ciddi bir tabiat felsefesinin gelişmemesi Hristiyanlık’ın fiziki dünyaya biraz soğuk bakması ve ruhun kurtuluşunu ön plana almasından kaynaklanmıştır denilebilir.
Batıda pozitif bilimin objektif bulgularının kilisenin dogmatik anlayışı nedeniyle metafizik ve dini yorumlarının tutarlı ve mantıklı bir şekilde yapılmaması, bilimin bulguları karşısında sürekli bir inkar ve savunma pozisyonunda kalınması modern tabiat bilimleriyle teolojik ve manevi düşünce arasında ardı arkası gelmeyen çatışmalar ve anlaşmazlıklara yol açmıştır.
Sonuç olarak, bilim sözcüğünden kişinin ne anladığı değil bilim adamlarının bili yapmadaki amacı, bilimin sonuçlarını anlama ve kullanma tarzı ve hatta dünya görüşü içinde bilime biçilen tüm değerler sistemi olarak anlaşılmalıdır. Yapılan araştırmalar ve edinilen bilgiler açısından, bilimin kimliği tel olmasına rağmen bilim anlayışı kişiden kişiye çok farklı olabilmektedir. Bununla birlikte, karşılıklı etkileşen fertler çeşitli toplum düzeylerinde toplumların bilim anlayışlarını oluşturabilirler. Bilim anlayışı fertten ferde, toplumdan topluma değişebileceği gibi zaman içerisinde de değişebilir.
Geçmişinde parlak buluşlar içeren İslam bilim anlayışı, 16. yy. İtibaren zayıflamaya yüz tutmuştur. Zayıflamanın asıl sebebi, bilimsel zihniyetin ilk devirlerde olduğu canlı ve dinamik bir şekilde, geliştirilen yeni bilimler çerçevesinde yorumlanamamış olmasıdır. Bu yüzyıldan itibaren, İslami birlim Batı’ya geçmiş ve Batı bilimlerinin hızla gelişmesini sağlamıştır. Batı dünyasının İslam’ın bilimsel anlayışını almadığı göze çarpar. Onlara göre dini ve ahlaki değerler bilimsellikteki objektif ve önyargısız olmaya karşıdır. Bu nedenle, bilimsellik adına dini ve ahlaki değerlerden uzaklaşılması sözkonusudur.
Bu anlayışın doğal uzantısı ise, bilimde “sekülerizasyon” olmuştur. Dünyevileşme olarak adlandırılan bu süreçte, insanın düşünce sistemi önce dini sonra da metafizik yorumdan arındırılmıştır. Bu anlayış sonucu, Batı biliminin ulaştığı çerçevede insana ve maneviyata yer yoktur. Çevre tahrip edildikten sonra çevreyi kurtarma operasyonuna girişen bir bilim anlayışı vardır. Manevi açıdan, dini değerlerin gözardı edilmesi sonucu insanı bunalıma sürükleyen onu korkunç bir tüketim toplumu haline getiren ve ülkelerin maddi çıkarları uğruna dünyayı hegemonya altına almak isteyen Batı bilim anlayışı gelmiştir.
Batı medeniyetinin içinde bulunduğu bunalımdan kurtulması, ya kendi düşünce sistemi içerisinde bir çıkış yolu bulması ile veya insanı çevreye ve en önemlisi bilime vahiy ışığı altında yeniden yorumlaması ile mümkündür. Dini vahiy süreci, müslüman bilim adamlarınca (ehli vukuf = din alimi) hikmet ekseni çerçevesinde açıklanmıştır.
Ehli vukuf olarak adlandırılan müslüman bilim adamları, meseleler hakkında ihtisas ve bilgi sahibi olan bilir kişilerdir. Bu bilim adamları insanın varoluş amacını ’a dönmek olarak görürler. Hayatın anlamı ve hakiki bilgiyi elde etmede hikmetin önemini işaret ederek kesin bilgiye ilham (’ın insanın kalbine bilgi doldurması) ve mükaşefe (gaybın sezgi yoluyla elde edilmesi) yol ile ulaşılacağı inancındadırlar.

VI. BİLİMSEL ARAŞTIRMA METODOLOJİSİ
Yunanca "meta", doğru ve "odos", yol, kelimelerinin birleştirilmesi ile ortaya çıkan metod kelimesi, yöntem, bir incelemede ya da amaca ulaşmada izlenen yol anlamına gelmektedir. Metodoloji ise yöntembilim, yada bilimsel yöntem veya metod ilmi olarak anlaşılabilir. Metodoloji, bir amaca ulaşmak için gerekli olan mantıksal düşünme biçimini, zihinsel ve pratik faaliyetlerin örgütlenerek düzenlenmesini ve gereken tekniklerin tercihini ve organizasyonunu içerir.
Normal bilim sürecinde bilim adamları topluluğunca kabul edilen geniş düşünsel bir çerçeve bilim adamlarına ışık tutar, kılavuzluk eder. Amaç çerçeveyi genişletmek veya bunu bir alet olarak kullanarak problemleri çözmektir. Normal bilimden amaç, şaşırtıcı sonuçlar bulmak yerine, önemi haiz sorunları, bulmacalar gibi çözüme ulaştırmaktır. Bilimin bu amacı gerçekleştirebilmesi için, bilimsel araştırma yöntemleri ışığında bir takım modeller kullanılmalıdır.
Modelin kurulması için kullanılacak metodun planı, araştırma konusunun tesbiti, varsayımın ortaya konulması, teknik ve yöntemlerin seçilmesi, verilerin toplanması, yorumlama ve sonuçların sunulması olarak sıralanan aşamalardan oluşur.
Bu metodun önemli yapı taşlarından biri varsayımlardır. Varsayım, bilim adamının neyi araştıracağı konusunda ilk önermeyi teşkil eder. Varsayımın bakış yönü ilerisidir. Varsayım bir modelin çözüme ışık tutabilmesi için doğruluğu kabul edilen önermedir. Bir önermenin varsayım olabilmesi için, doğru olup olmadığının bilinmesi veya doğrudan denenebilir olması gerekir. Varsayımların diğer özellikleri ise, ilişkin olduğu öğelerin tümünü kapsaması, bilgilerimizle çelişmez olması, basit oluşu ve açıklayıcılık özelliği ile diğer önermelerin de doğruluğunu gösterebilirliğidir. Varsayım ile hipotez birbirinden farklı kavramlardır. Hipotezin doğru olup olmadığı irdelenecek bir önerme, varsayım ise doğru olduğu önceden kabul edilen önerme olarak tanımlanabilir.
Bilimsel metodun bir diğer aracı da kuramdır. Teori, incelenen konuya kapsamlı ve köklü açıklamalar getiren, bir takım olguları ve olgusal ilişkileri açıklayan kavramsal bir sistemdir. Her zaman varsayım iki olgu arasındaki ilişkileri arar. Eğer bu ilişkiler deney sonucu ispatlanarak genel yargılara varılmasına yol açarsa bunlara kuram veya kanun denebilir.
Sosyal teorilerde, iki unsur yer alır; önermeler diye anılan zanlar ve temel sanılar (background). Temel sanılar, sessiz olarak ortaya çıkarlar ama, teorilerde saklı olarak yer alırken, bilimsel oluşumu da etkilerler. Temel sanılar, yararlılıkları hesaplanılarak seçilemeyen, içimize ve zihnimize yerleşerek, şahsiyet yapımızı etkilemiş bulunan, içinde bulunduğumuz çevreye, yaş, cinsel veya ekonomik statü gibi ait olduğumuz gruplara ve yetişme şeklimize bağlı, düşünce yapımızda saklı olan olgulardır. Temel sanılar bilhassa sosyal bilimlerde, bilimsel bilginin şekillenmesinde önemli rol oynarlar. Temel sanıların bilimsel yöntemdeki yerini, bilhassa değer ve gerçeklik, gerçek ile ideal arasındaki farklarda daha iyi görürüz. Bilimdeki temel bir değişme, genellikle sadece yeni araştırma tekniklerinin geliştirilmesinden değil, uzun süre varolmuş verilere yeni bakış tarzından kaynaklanır. Bakış açılarının önemi ile duyguların işin içine girmesi, teorilerin kaçınılmaz bir şekilde fertlerin şahsi deneyleri ile kaynaşmış olduklarından tarafsızlıktan uzak olması beklenir. Her sosyal teori, hem sosyal hem de kişisel bir yapıya sahiptir. Sosyal bilimciler gerçek diye ifade edilen kavramları, aslında kültür yolu ile elde ettikleri düşünce alanı sanılarından oluştururlar.
Bilimsel bir araştırmanı bir başka öğesi ise yöntem ve tekniklerin seçilmesi ve kullanılmasıdır. Araştırma yöntemi, araştırmanın amacının gerçekleştirilebilmes i için kullanılan bir yaklaşım; araştırma tekniği ise, araştırma yönteminin gerçekleştirilebilmes i için kullanılan bilgi toplama aracıdır. Araştırma yöntemleri, laboratuvar deneyi, saha deneyi, doğal deney, saha araştırması, tarama ve arşiv araştırması olarak altı temel grupta toplanırken; teknikler, hazır bilgiden yararlanmak, sorular sormak, davranış gözlemlerinde bulunmak ve deney yapmak şeklinde sınıflandırılabilir. Teknik veya teknikler bilim adamının inceleme sırasında bilgi topladığı özel araçları, yöntem ise kavramsal ve mantıki yönelişler çerçevesindedir.
Yöntembilimi biraz daha irdelersek, bazı tartışma noktalarını açıklığa kavuşturabiliriz. Aslında bilim ispat edilmemiş veya ispat edilemeyen bir takım önermelere dayanır. Biz onları kanıtlayamayacağımızd an sadece inanabiliriz. Dünyanın var oluşu, dünyayı algılamada duyu organlarımız kullanabilmemiz ve olaylar arasında neden sonuç ilişkileri bulunması gibi bazı temel varsayımlar kabul edilmiştir. Bunların ispatları mümkün olmadığı gibi, onlar olmadan da bilimsel araştırmanın temel dayanak noktalarından yoksun kalırız.
Sosyal olaylar arasında ilişkileri genelde istatistiksel yöntemlerle açıklayabiliriz. Bu aslında nedensellik yasalarından daha az öneme sahip olmayan bir yöntemdir. Determinist bir yasa aslında %100 geçerli olan istatistiksel yasadır. Toplumbilim yasaları istatistiksel olmakla bir şey yitirmez, çünkü aslında fizik yasaları da istatistikseldir; sadece olasılık derecelerinde farklılıklar vardır. Sosyal bilimlerde, doğayı yanlış anlamanın bir ürünü olarak ortaya çıkan gerekircilik ilkesinin kabulü de mümkün değildir. İstatistik ve değer yargıları, bakış açıları her zaman bilimsel ilerlemeye dönük araştırmalar için çok önemlidir.
Her insanın dünya hakkındaki görüşü aynı değildir. Zira ferdin fiziksel ve sosyal çevresi, fizyolojik yapısı, istek ve amaçları, tecrübeleri aynı değildir. Herkes aynı olayı farklı yorumlar; tarafsız hiçbir yorum yoktur. Bu bağlamda, referans noktası çok önemlidir. İnsanlar algılarını ve yargılarını, belli referans noktalarına göre yaparlar. Karanlık bir ortamda, yani referans noktası olmadığı bir halde, bir noktasal ışığın hareket edip etmediği konusunda yanılırız. Kısacası referans noktası yoksa, bir olayı göreceli olarak karşılaştıramıyorsak, o zaman doğru bir yargıya varmamız imkansızlaşır. Bununla paralel olarak da, insanların değişik dayanak noktalarını almaları, yargılarında ve sonuçlarında da farklılıklara yol açar. Dayanak noktaları, danışma çerçeveleri bireylerin kendi kültürlerinden ortaya çıkan eğilimlerdir. Hem araştırıcılar hem de denekler, sosyal araştırmalarda kendi danışma çerçevelerinden etkilenirler. Bireyin bir olayı yorumlarken tarafsız olması mümkün değildir. İnsanlar baktıklarını görürler fakat inanmak istediklerine inanırlar, zira kişinin ne gördüğünü, bakış açısı belirlemektedir. Bakış açısını belirleyen etkenler ise şöyle sıralanabilir: İnsanların doğuştan getirdikleri özellik ve yetenekler; karşılaşılan olaylar seti ve danışma çerçevesi; alışkanlıklar. Her devre veya kültür, kendi özelliğini taşıyan bir dünya görüşü geliştirir. Bakış açılarının farklılığı ise bu farklı açılardan elde edilen bilgilerin, o görüş açısının, o perspektifin damgasını taşımasıdır.
Varsayımlarda, araştırmacının sezgileri veya hayal gücü işin içine girer. Bu yüzden, kontrol edilemeyen varsayımlar, yanıltıcı olabilirler. Araştırmacılar, bu nedenle, varsayımlarda "serendipity" ve sağ duyu aldatmacılarına karşı uyanık olmalıdır. Yanlış varsayımlara veya tesadüflere dayanan buluş tarzına serendipity denir. Bilim adamları üzerinde yapacakları araştırmalarda ileri sürdükleri varsayımları, sadece sağduyuya dayanarak sürdüremezler. Sağduyu yanıltıcı olabilir; nitekim yeri düz görmemize rağmen yuvarlaktır. Araştırmalarda, farklı sonuçlara götürebilecek bir başka yol ise, gözlemcinin deneye karışmasıdır.
Bir toplumun geliştirdiği bilimsel araştırma modelini, aynen başka bir kültüre uygulamak her zaman için yararlı sonuçlar sağlamaz. Bunun sebebi geliştirilen modellerin, içinden çıktıkları kültür ve değerler sistemine bağlı olmalarıdır. Bu yüzden model kurulurken, ya tüm kültürleri içine alabilecek bir model amaçlanmalı, ya da modelin kültürel farklılıklar taşıdığı kabul edilmelidir.
Bir kültürü içinde yaşayanlar tam olarak algılayamazlar. Yabancı gözlemciler kültürlerin anlaşılmasında önemli rol oynarlar. Kültürün kapsamı aslında çok değişkendir, coğrafi ya da yasal bütünlüğün ötesindedir. Aynı ülkede çok farklı kültürler bulunabileceği gibi, aynı kültüre sahip kişiler farklı devletlerin vatandaşları olabilirler.
Herhangi bir bilimsel araştırma, kültür sisteminin bir parçası olduğundan, tarafsız bilim olamaz. Araştırma faaliyetlerindeki kültürel değerlerin etkileri ve bireysel tercihler göz önünde bulundurulmalı, araştırmacı tercihlerini bildirmelidir.
Kültürler arası farklılıkla ilişkili olarak, sınıflandırmalar gruplandırmalar bazen sosyal araştırmalarda çok gerekli olurlar. Toplum gruplandırılarak daha iyi incelenebilir. Gruplandırma çalışmalarında dört aşama vardır; örneklem taraması, saha araştırması, saha deneyi ve laboratuvar deneyi. Saha deneyinde araştırmacı koşulları değiştirebilir, kontrol edebilirken, saha araştırmalarında koşullar kendiliğinden değişir. Neden sonuç sınamalarında saha deneyleri daha iyi sonuçlar verirler.
Bilimsel metodoloji sorunlarından biri de nesnellik ve öznellik arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Eğer bir yargı, bireysellikten arınmış evrensel olarak kabul görebilecek nitelikte ise nesnel; eğer, bilinçli veya bilinçsiz kişisel eğilimlerin, değer yargılarının etkisinde ise, özneldir. Birçok bilim adamına göre yargılarımızda öznellik kaçınılmazdır, çünkü insan kültürüne, çevresine, eğitimine veya sınıfına veya başka öznel özelliklerine bağlı olarak düşünür, hükümler verir, yargıda bulunur.
Sosyal bilimlerde, insanlar düşünce tarzlarına, dünya görüşlerine, statülerine, yaşam çevrelerine, ekonomik durumlarına, inançlarına veya buna benzer birçok kriterlere göre, sınıflandırılarak incelenir. Fakat şunu da bilmeliyiz ki sınıflar genellikle katı çizgilerle birbirinden ayrılmaz, beyaz ve siyahtan çok gri vardır; sınıflar birbirinin içine geçmişlerdir.
Sosyal bilimlerin inceleme alanlarında yapacağımız gözlemlerde karşılaşılabilecek bir başka sorun da idollar sorunudur. Zihinsel engelleyici, gerçek yerine konmuş putlar olarak tanımlayabileceğimiz idoller, gerçeğe ulaşmada engel olacaklardır. Bacon'a göre dört idol vardır; soy (insanoğlunu ortak paylaştığı idoller), çarşı (dil kalıplarından gelen idoller), sahne (teorilere ve otoriteye bağlanmaktan doğan önyargılar) ve mağara (çevreye, eğitime, topluma bağlı idoller) idolleri. Bacon'a göre insan, düşüncelerinde algıladığı nesnelerden çok, kendisini yansıtır. Bu idoller yüzünden gerçek olduğu gibi algılanamaz. İdollerden kurtulmak için Bacon, doğayı tanımayı, denetlemeyi ve doğru yolda sebatla ilerlemeyi öğütlemektedir. Aklın sosyal gerçeğin şeklini bozması kendi özel yapısı dolayısı ile olur, bunun sebebi de insanın sosyo-kültürel bir çerçeve içerisinde bulunmasıdır.
Pozitivist bakış açısı yerine getirilen emik veya etik yaklaşımlar değer yargılarının önemini vurgulamaktadırlar. Emik yaklaşım, kültürü zihni veya tasavvuri olarak algılıyor ve halkın ileri gelenlerinin incelenmesini öneriyor. Etik yaklaşım ise, tarafsız olduğu varsayılan araştırmacının kendi gözlemlerine dayanır.
Bilim bir yandan ürün olarak en güvenilir insan bilgisini oluştururken, bir yandan da sınayıcı özelliği ile, yargılarını gerektikçe değişikliğe uğratır. Bilim mutlak ile uğraşmaz, sürekli kendi kendini geliştirir. Gelecekte insanların dünyayı bizim gördüğümüzden farklı görecekleri muhakkaktır, çünkü yeni aletler ve teknikler dünyamızla beraber teorilerimizi de değiştirmektedirler. Bu bağlamda metodolojide farklılık yada gelişim, bilimsel üretime birebir yansımaktadır.

VII. İKTİSAT FELSEFESİ
7.1. İktisadi Liberalizm Felsefesi
İktisadi liberalizmin felsefesini anlamaksızın, bu felsefeye bağlı okulların kurdukları teorileri anlamak; veya, bu felsefi görüşleri kabul etmeksizin, teorilerden çıkarılan politikaları da kabul etmek olanak dışıdır. Diğer bir deyişle, teoriler ve bunlara dayanan politikaların geçerliliği, ancak, teorilerin gerisindeki belirli bir dünya görüşünün paylaşılmasına bağlıdır. Sanayi kapitalizminin doğuşuyla özdeş olan toplumsal-iktisadi düzeni haklı göstermek için kullanılan bu felsefe, teorileri ve bu teorilere dayanarak önerilen iktisat politikalarını anlamamıza yardımcı olacaktır.
Liberal iktisadi öğreti ya da laisser-faire doktrini, 18. yüzyılın sonunda Fransa'da ve İngiltere'de, ticari kapitalizmin iktisadi düşüncesi merkantilizme tepki olarak ve yeni doğan sınai kapitalizmin sözcülüğünü yaparak ortaya çıktı. Yeni yükselen kapitalist girişimci sınıf, toplumda kendi faaliyetini sınırlayacak bütün kayıtlara karşıydı. Merkantilizmin tekellerine, kamu denetimlerine, ayrıcalıklara, soyluların toprak mülkiyetinden doğan gücüne karşı çıkan bu sınıf, kendi çıkarı için özgürlük, bireysel girişim özgürlüğü ve bireysel denetim istiyordu. Bu süreçte kendisiyle olacak, kendi dünya görüşünü haklı gösterecek yeni bir felsefenin oluşmasına yol açtı. Bu sınıfın yeni dünya görüşü "iktisadi liberalizm", politikası da laisser-faire oldu. İktisadi liberalizmin doğuşunu araştırırken, bir taraftan merkantilizme tepkinin doğuşunu yaratan altyapı şartlarının, bir taraftan da, bunun oluşturduğu ya da kendisi için yararlandığı, felsefi görüşlerin anlaşılmasını gerektirir.
İktisatta, bir olayın, bir kanunun açıklanmasını gözleyicisinden ayırdetmek olanaklı değildir. Fakat, fizikte "gözlenebildiği kadarıyla ve biçimiyle dünya" kişi ile ilgili birtakım somut, fiziksel olgularla belirlenir. Oysa, iktisatta ve genel olarak sosyal bilimlerde, bir iktisadi ya da toplumsal olayın açıklanmasında temel etken , meseleye bakış açısıdır. Bunu da kişinin, bilinçli ya da bilinçsiz olarak benimsediği, felsefi görüş ya da siyasi inanç sistemi belirlemektedir.
7.2.1. İktisadi Liberalizm Felsefesinin Kaynağı: (Tabii Kanun Felsefesinden İktisadi Liberalizme)
İktisadi liberalizmin yöntemi, toplumun işleyiş biçimi konusundaki görüşü, bireysel davranışlarla ilgili varsayımları, laisser-faire deyiminde özetlenebilecek iktisat politikası, kaynağını, Tabii Kanun Felsefesinden alır. Fiyokratlar ve A. Smith bu felsefeden yararlanmış olsalar da, daha sonra İngiltere'de gelişen Faydacı Felsefe de, büyük ölçüde, Tabii Kanun Felsefesinin ürünüdür. Bu bakımdan, liberal iktisatçıların görüşlerini oluşturan düşünürler, genel çizgileri ile Tabii Kanun Felsefesine dayanır.
7.2.2. Liberal İktisadi Görüşün Yöntemi
-Tabii Mantık ve Liberal İktisadın Akılcı, Tümdengelimci, Soyutlayıcı Yöntemi
17. 18. yüzyılda, Fransa'da ve İngiltere'de, fiziksel ve toplumsal bilimlerle ilgili bilgilerin artması, bu bilgilerin yayılması, insan aklına güveni artırdı. İnsanın, akılcı(rasyonel ) bir yaratık olduğu kanısını uyandırdı. Akıl ya da tabii mantık, bütün fiziksel ve toplumsal bilimlerde, tam ve yanılmaz bilgi edinilmesini sağlayabilir, bunların kanunlarını bulabilirdi. Bilgi, bireylere iletilince, davranışları salt akılla yönetilecek, toplumsal kurumlara, akılcı biçimler verilebilecekti. Kartezyen akılcılığın toplumsal bilimlere girmesiyle ön plana çıkan salt akılcılık, aynı zamanda, J. Locke'un "deneycilik"inden etkilenerek, bir çeşit akılcı-gözlemciliğe dönüştü.
Salt akılcılık, insan aklının, deneyden ve denemeden önce gelen bütün gerçeklerin kaynağı olduğunu, akılla, fiziksel evrenin ya da toplumun kanunlarının bulunabileceğini önermekteydi. Locke'un "deneycilik"i ise, fiziksel bilimlerde gerçeklerin gözlenmesi, kurulan teorilerin bunlara dayanarak sınanması ve ancak teoriler, gerçeklerle destekleniyorsa kabul edilmesine dayanıyordu. İktisadi liberalizmi